Panait Istrati – Sünger Avcısı

1907’ye doğru, Atina dolaylarında, şimdi adını hatırlayamadığım, Akropol’a yakın bir sokak vardı. Bu sokak o zamanki adını hâlâ taşımakta olabileceği gibi, değiştirmiş de olabilir, hatta adıyla beraber hiçbir iz bırakmadan kendi de ortadan kalkmış bulunabilir, çünkü sokaklar ve adları insanlardan pek daha ömürlü değildirler, hem doğrusu bunun bir ehemmiyeti de yoktur. Hatırladığım ve alâkaya değer olan şey şudur ki, bu sokakta, o zamanlar kendi halinde bir aşçı dükkânı vardı, küçük taraçasının üstünde Akropol’ün tepesine oturtulmuş olan o şaşılacak mermer tapınak görülürdü. Ve harika bir eserin yakınlarındaki bayağı şeylerde daima rastlandığı gibi, bu meyhane Partenon Lokantası adını taşıyordu. Taraçadaki bir masada güzel bir Yunan yemeğini yerken, genç yolcu Adriyen, oldukça haklı olarak kendi kendine şu suali soruyordu: “Aşağılık bir aşçı dükkânı eşsiz bir anıtın adından kendisine nasıl bir şeref payı çıkarabilir? Halbuki meselâ Nefis Biftek Lokantası gibi bir levha taşısaydı, yolcu burada iyi bir şeyler bulacağını anlardı.” Ve, geveze huylu olduğundan, Adriyen, gözlerini masa komşularından birine dikti; o da güzel bir yemekle geçmiş zamanların bir harikası arasında ne gibi bir münasebet bulunabileceğini anlamamışa benziyordu. Fakat bu komşunun pek bezgin bir hali vardı ve lâf atmaya hiç de hevesli görünmüyordu. Bu vaka Ağustos ayının sonlarına doğru geçiyordu. Karanlık basmaya başlamıştı ama Atina’nın içinde yattığı çukur hâlâ bir fırın gibi boğucu idi. Adriyen’in masa komşusu “soğuk bira ile bir paket cigara” istedi. Garson “cigara bulunmadığı” cevabını verdi. Adriyen kutusunu yabancı adama uzatarak: — Benimkilerden buyurun, dedi. Beriki, sıkılgan, biraz şaşkın bir tavırla, kabul etti; teşekkürde bulundu ve ister istemez Adriyen’le konuşmak zorunda kaldı, Daha ilk kelimelerde, ikisi de anladılar ki konuştukları Rumca, halis Atina ağzı olmaktan uzaktır. Adriyen, Şarklılara has ataklıkla: — Galiba Romanyalısınız, dedi. Karşısındaki gülümsedi, yüzünün çizgileri değişti ve çok daha dostça bir edâ aldı.


— Evet, Romanyalıyım… — Neresinden? — Sulina’dan, ama uzun zaman Bükreş’te kaldım. Şu geniş dünyada, çekingen yolcuların merakı çokluk, bu kısa konuşmanın hududunu aşmaz. Hatta çok kimseler, bu kadarcık bir merak da duymazlar. Sayıları hiç de kabarık olmayan bir kısım insanlar da, merakı biraz daha ileri götürürler. İlave ederler. — Peki buraya ne yapmaya geldiniz? — Tanımak, öğrenmek ve sevmek arzusuna kapılarak geldim. — Hım! — Hım!. Ne acayip şey, değil mi? Adriyen’le yeni ahbabı, bir çeyrek kadar yarenlikten sonra, Partenon Lokantası’ndan çıktılar. Birincisi en münasebet almayan sualleri sormuş, ikincisi uysal cevaplarla yetinmişti. Bütün bu cevaplar arasında Adriyen’in zihninde yer eden yalnız bir tanesi olmuştu: “Dünyayı görmeye çıktım.” Gecenin boğucu sıcağında ikisi de ses çıkarmadan yürüyorlardı. Adriyen zihnen arkadaşını tetkik ediyor ve bu cümleyi kafasında evirip çeviriyordu: — Dünyayı görmeye çıkmış! Halbuki benim gibi kopuğun biri olacak! Vay canına! Kopuklar, böyle, dünyayı görmeye çıkarlarmış ha! “Dünyayı görmek”le meşgulken hiçbir şey görmeyenleri hatırladı. Bir kısmı yanlarında bir tercüman, ellerinde bir rehberle, bir heykeli süzer, bir piramide tırmanır veya çürümüş bir tabut karşısında nazikâne esnerlerdi. Bunlar ahmak tercümanın ve allâme rehberin kendisine okuduğu mavalları “görüyorlardı.” Pek iyi tanıdığı bir kısmı ise askerlikten kaçmış, evlenmişler ve sefaletle pençeleşiyorlardı.

Bunlar istemeden “dünyayı görüyorlardı”. Geriye bir başka zümre kalıyordu: “Dünyayı görmeye” çıkıp da birer serseri olanlar. Adriyen arkadaşını bu üç zümreden hiçbirine yakıştıramadı. Bunun üzerine, onu kolundan tutarak Zapion bahçesinde bir sıraya sürükledi, yabancı adama sokuldu ve kulağına fısıldadı: — Söyleyin bakalım: neden dünyayı görmeye çıktınız ve ne görüyorsunuz? Adam cevap verdi: — Ben büyük arzular ve küçük imkânlarla doğdum. Keşke bir alık doğsaymışım. Kör doğmak, hiç şüphesiz daha iyi olurdu. “Ardından sonsuz acılar sürükleyen bir anlık zevk bizi dünyaya getirir. Hayatımın ve bizimle eğlenen hâdiselerin manasını anlamaya gayret ede ede hayatı yaratanın bir beyinsizden başkası olamayacağı kanaatine vardım. Yeryüzünü, yeraltını ve suları bir sürü âciz mahlûklarla doldurmuş olmasını yine affedebilirim: Gücü çok olanın patavatsızlıkları da çok olur. Ama bu mahlûkları yaradılışlarına hiç uymayan bir ömür sürmek zorunda bırakması, işte hoş görülmeyecek olan budur. “Onun da yaptığı başka bir şey değil. Balıkları yeryüzüne attı ve onlara, ‘Ağaçlara tırmanıp yiyeceğinizi bulun!’ dedi. Kuşlara emir verdi: ‘Siz denizlerin dibinde yaşıyacaksınız!’ “Babam Sulina’da kayıkçı idi. Anam, sekiz çocuğunu büyütmek için canını çıkarıyordu. Bunların yedisi birer ahmaktı, aklı başında olarak içlerinde bir ben vardım.

Evet, ben. Bunu ispat etmek güç değildir. “Kardeşlerim bugün, ana ve babalarının daima yapmış oldukları şeyi yapmakla meşguldürler: Aç kalmak korkusuyla çalışırlar; ölmek korkusuyla yiyip içerler akıllarına öyle estiği için döğüşür ve ürerler. Bu yedi ahmağın ikisi zengin oldu. Hayat tarzlarından başka değişen bir tarafları olmadı – artık yaya yürümezler ve kiliseye muntazaman devam ederek bütün dini âyin esnasında uyuklar, ancak kilise hademesi kulakları dibinde: Kilise içiiin!… Yağ içiiiiin!… Mum içiiiin!. diye bağırdığı zaman uyanırlar. O zaman Tanrı’yı hatırlar ve iki metelikle gönlünü ederek mahallenin nazarında itibarlarını arttırırlar. Ama ihtiyar, yoksul ana ve babaları soğuktan ve açlıktan ölecekmiş, ne umurlarında! Böyle şeylerden bahsederken kardeşlerim ve mahallelisi: ‘Ne yapalım, Tanrı böyle yazmış,’ derler. “Ben başka türlü yaşamak istedim. On yaşındayken mektepten ayrıldım. Bir bakkala çırak girdim. Ekmek ve ançüvez çalarak geceleri eve taşırdım, ançüvezlerim para etmedi, zavallı ihtiyarlar öldüler, ben de yalnız kaldım. “Şimdi, on üç yaşındayım. Etrafımda bir sürü kardeşler… Hepsi de ağabeylerimle aynı mayadan insanlardı, ister zengin olsunlar, ister fakir. Hep aynı hesap: Bir adam servet sahibi olmuş veya olmamış, yeryüzünde ne değişiklik yapar, yalnız yaya ve arabayla gittiğine, Tanrı için sadaka isteyen kilise hademesine cevap veriş tarzına göre haklarında mahallelinin hükümleri değişir, işte o kadar.

“Bu Tanrının eserinin kaç para ettiğini ilk defa o zaman anladım ve gönlüm bulandı. Bakkal dükkânını da, onun ançüvez fıçılarını da şeytana havale ettim. Limanda bir serserilik hayatına başladım, o zamanlar daha limanların bir ruhu vardı; sürüyle serseri köpekleri ve çocukları beslerdi. Köpeklerle çocuklar, aynı gezginci mutfakların etrafında dolanır, insanlardan aynı sofra artıklarını, aynı tekmeleri yer, ısınmak ve dostluğu ilerletmek için geceleri aynı barınaklarda yatardık. “Bazen, sırtımı güneşe vererek yazılarını hecelediğim bir gazete parçası, bir kopmuş kitap yaprağı mavallar olurdu. Meselâ bir gün, rüzgârın sürüklediği bu yapraklardan birinde şunları okudum: “Memleketimin yurttaşları kanun nazarında eşittirler. Aynı haklara ve vazifelere sahiptirler.” “Henüz on beşime basmamıştım ve dudaklarım o zamandan gülmeyi unutmuştu, ama bu yalanı okuyunca makaraları koyverdim. “O zaman bir römorkör kaptanı bana yaklaştı ve kendi kendime ne diye güldüğümü sordu. Ona kâğıdı uzattım. — Bunda gülünecek ne var?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir