Umberto Eco – Önceki Günün Adası

“Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa mahkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: Sanırım, soyumuzun, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yegâne varlığıyım.” Böyle yazıyor Roberto della Grive, yola gelmez bir kavram karmaşası içinde, tahminen 1643 yılının Temmuz ile Ağustos ayları arasında. Bir tahta parçasına bağlı, güneş gözlerini kör etmesin diye gündüz yüzünü güneşten öte tarafa çevirmiş, su yutmamak için boynu doğal olmayan bir biçimde gerilmiş, teni tuzlu suyla kavrulmuş, hiç kuşkusuz ateş içinde, kaç gündür dalgalar üzerinde dolaşıyordu? Mektuplar bunu belirtmiyor ve sanki sonsuz bir sürenin geçtiğini düşündürüyorlar, ancak en çok iki günlük bir süre söz konusu olmalı, aksi takdirde -kendi betimlemesine göre, onun gibi son derece hastalıklı, doğal bir kusuru nedeniyle ancak gecegezer bir hayvan olarakPhoebus’un kırbacı altında hayatta kalamazdı (zengin hayal gücüyle yakındığı gibi). Zamanı hesaplayacak durumda değildi, ama sanırım onu Amarilli’nin bordasından fırlatıp atan fırtınadan hemen sonra deniz durulmuş ve denizcinin ona tam yerinde bir uyarıyla işaret ettiği o bir tür sal, akıntılar onu koya yanaştırıncaya kadar, ekvatorun güneyinde son derece ılıman bir kışın hüküm sürdüğü bir mevsimde, sakin bir deniz üzerinde alizelerin itmesiyle, çok fazla mil yol gitmesine gerek kalmaksızın, onu sürüklemişti. Geceydi, uyuyakalmıştı ve ta ki sal bir sarsıntıyla Daphne’nin pruvasına çarpıncaya dek, gemiye yaklaşmakta olduğunu fark etmemişti. Ve -dolunay ışığında- bir cıvadranın altında, çapa zincirinden uzak olmayan bir noktasından bir ip merdivenin sallandığı (peder Caspar, Yakub’un merdiveni adını verecekti ona!) bir baş kasarasının karşısında, su üstünde salındığını fark eder etmez, bir anda tüm gücünü yeniden kazanmıştı. Umutsuzluğun verdiği güç olmalı bu: Bağıracak (ama boğazı kupkuruydu) ya da bedeninde mor izler oluşturan iplerden kurtulup, yukarı çıkmayı deneyecek kadar nefesi olup olmadığını yokladı. Kanımca, böyle anlarda, ölmek üzere olan bir insan, beşikteyken yılanları boğan bir Herkül olup çıkar. Roberto’nun olayla ilgili notları pek bir şey anlaşılamayacak kadar karışık, ancak sonunda baş kasarasına çıktığına göre, bir şekilde o merdivene tutunmuş olduğu fikrini kabul etmek gerekir. Belki de yukarı, her adımda bitkin bir halde, bir durup bir ilerleyerek yavaş yavaş çıkmış, kendini korkuluktan öte yana atmış, gemideki iplerin üzerinden sürünerek kasaranın kapısını açık bulmuştur… Karanlıkta o varile içgüdüsel olarak dokunmuş olmalı, kenarına tutunarak güçlükle doğrulmuş ve varile bir zincirle bağlı çanağı bulmuştur. İçebildiği kadar içmiş, sonra tam bir doygunlukla yere çökmüştü; belki de kelimenin gerçek anlamıyla doygunluk içinde, çünkü suda ona hem içecek hem de yiyecek sağlayacak kadar çok boğulmuş böcek olsa gerek. Yirmi dört saat süreyle uyumuş olmalı, sanki yeniden doğmuşçasına uyandığında gece idiyse doğru bir hesaplama bu. Şu halde, hâlâ geceydi değil, yeniden geceydi dememiz gerekiyor. O hâlâ gece olduğunu düşündü, aksi takdirde aradan bir gün geçtikten sonra birileri onu bulmuş olurdu. Ay ışığı güverteden içeri sızıyor, ocağın üzerinde asılı duran kulplu bakır tenceresiyle geminin mutfağı izlenimini veren yeri aydınlatıyordu.


Odanın, biri cıvadraya doğru, öteki güvertenin üzerinde iki kapısı vardı. Roberto’nun yüzü ikinci kapıya dönüktü, sanki gündüz ışığı onları aydınlatıyormuşçasına, düzenli bir biçimde yerleştirilmiş çarmıkları, bucurgatı, yelkenleri toplanmış gemi direklerini, lombarlardaki birkaç topu ve kıç kasarasının yan kesitini gördü. Gürültü çıkarmıştı, ama kimsenin yanıt verdiği yoktu. Yüzünü bordaya çevirmişti ve sancak tarafında, yaklaşık bir mil ötede, meltemin kıpırdattığı palmiyeleriyle Adanın profilini gördü. Toprak, yarı karanlıkta ağaran kumun çevrelediği küçük bir koy biçimindeydi, ancak her kazazedenin başına geldiği gibi, Roberto bunun bir ada mı yoksa bir kıta mı olduğunu kestiremiyordu. Öteki bordaya doğru sendeleyerek ilerlemiş ve bir başka profilin -ancak bu kez çok uzakta, neredeyse ufuk çizgisinde-doruklarını seçer gibi olmuştu; onun da sınırlarını belirleyen iki yüksek kayalık çıkıntıydı. Kalanı denizdi, sanki gemi iki kara parçasını ayıran geniş bir kanaldan geçerek girdiği sığınakta demir atmış gibi. Roberto, eğer iki ada söz konusu değilse, hiç kuşkusuz bunun, daha geniş bir toprak parçasına bakan bir ada olduğuna karar vermişti. Ortasında bulunan insanlara, ikiz iki kara parçası karşısında bulunduğu izlenimini verecek kadar geniş koylardan haberi olmadığına bakılırsa, başka varsayımlar kurmaya kalkıştığını sanmıyorum. Böylece, çok büyük kıtaların var olduğunu bilmediği için, tam on ikiden vurmuştu. Bir kazazede için güzel bir şey: Ayaklarınız sağlam zeminde ve kara elinizin altında. Ama Roberto yüzmeyi bilmiyordu, birazdan gemide filika bulunmadığını, bu arada akıntının gemiye ulaştığı salı uzaklaştırdığını keşfedecekti. Bu yüzden, ölümden kurtulmanın getirdiği rahatlamaya şimdi üçlü bir yalnızlığın kaygısı eşlik ediyordu: Denizin, yakındaki Adanın ve geminin verdiği yalnızlık. Hey gemidekiler, diye bağırmayı denemiş olmalı, bildiği bütün dillerde, bitkin düşünceye kadar. Sessizlik.

Sanki gemidekilerin hepsi ölmüş gibi. Benzetmeleri öylesine bolca kullanan birisi olarak, görüşünü hiç bu kadar doğrudan dile getirmemişti. Ya da neredeyse -ama işte bu “neredeyse”den söz etmek istiyorum ve söze nereden başlayacağımı bilmiyorum. Oysa, başladım bile. Bir adam bitkin düşmüş, okyanusta geziniyor ve lütufkâr sular onu terk edilmiş izlenimini veren bir gemiye atıyor. Sanki mürettebat gemiyi az önce bırakıp gitmişçesine terk edilmiş, çünkü Roberto güçlükle mutfağa dönüyor ve orada sanki ahçının yatmaya gitmeden önce koyduğu bir kandil ile bir çakmak buluyor. Ancak ocağın yanında üst üste konmuş, boş iki şilte var. Roberto kandili yakıyor, etrafına bakıyor ve bol miktarda yiyecek buluyor: Kurutulmuş balık, nemden dolayı çok az küflenmiş bisküvi, bıçakla şöyle bir üstünü kazımak yeterli. Balık çok tuzlu, ancak bol bol su var. Kısa sürede gücüne kavuşmuş ya da bunları yazarken gücü yerinde olmalı, çünkü -tam bir edebiyatçı edasıyla- yaşadığı şölenin zevklerinden uzun uzadıya söz ediyor: Olympos onun şölenlerine eş bir şölen görmemiştir asla, denizin derinliklerinden bana ulaşan nefis nektar, ölümü benim yaşamım demek olan canavar… Ancak Roberto’nun kalbinin Sinyora’sına yazdıkları şöyle: Gölgemin güneşi, gecemin ışığı, Niçin gökyüzü, yarattığı o şiddetli fırtınada yok etmedi beni? Neden kurtuldu şu bedenim doymak bilmez denizden, daha sonra ruhum bu kısır ve de talihsiz yalnızlık içinde korkunç bir kazaya maruz kalacak idiyse? Şayet merhametli gök yardımıma gelmezse, belki de siz şimdi size yazdığım bu mektubu asla okuyamayacaksınız ve bu denizlerin ışığıyla yanan bir meşale gibi ben gözlerinizde silik bir gölge haline geleceğim, tıpkı Selene gibi, o Selene ki Güneş’inin ışığından fazlasıyla ah evet fazlasıyla feyiz alarak, gezegenimizin en uç eğrisinin ötesine yolculuğunu yavaş yavaş tamamlarken, yüce yıldızından gelen ışınların yardımından mahrum kalmış bir halde, önce incelerek, onun yaşamına son veren orak biçimini alır, sonra kuvvetini iyice yitiren bu yağ lambası, dahi tabiatın sırlarıyla ilgili şövalyelik armaları ve esrarengiz amblemler oluşturduğu o uçsuz bucaksız soluk mavi kalkan içinde bütünüyle eriyip çözülür. Bakışınızdan mahrum bırakılmış biri olarak, âmâyım çünkü beni görmüyorsunuz, dilsizim çünkü benimle konuşmuyorsunuz, hafızadan yoksunum çünkü beni hatırlamıyorsunuz. Ve yalnızca, alevli saydamsızlığım, karanlık alevim benim, bu elverişsiz koşulların açtığı düşmanca savaş içinde, zihnimin hep aynı çehreyle çizdiği canlı, sevimli hayali geçiriyorum sizin yerinize. Bu tahtadan kayada, bu su üstünde salınan kalede, beni denizden koruyan denizin tutsağı olmuş, bağışlayıcı gök tarafından cezalandırılmış, tüm güneşlere açık bu en derinlerdeki lahitte gizlenmiş ben, yeryüzü üzerindeki bu yeraltında, her yerden kaçmama fırsat veren, ama kendisinden kaçamadığım bu hapishanede selamete ulaşıp, bir gün sizi görmeyi umuyorum. Hanımefendi, mutsuzluğumun solmuş gülünü, size layık olmayan bir armağan olarak, size sunarcasına yazıyorum size. Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa mahkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: sanırım, soyumuzun, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yegâne varlığıyım.

İyi ama mümkün mü bu?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir