Guareschi – Don Camillo’nun Küçük Dünyası

1 Mayıs 1908’de başlamış hayatım, olaylar arasında sürüp gitmekte… Ben doğduğumda, annem dokuz yıldır ilkokul öğretmenliği yapıyormuş. 1949 yılının sonuna dek de sürdürdü bu işini. O zaman bölgenin papazı, bütün kasaba halkı adına, bir çalar saat armağan etti hizmetlerine karşılık. Elektriksiz, susuz, ama bol bol hamamböcekli, sivrisinekti okullarda elli yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, çalar saatinin tik tak’Iarını dinleyerek, hükümetin dilekçesine ilgi gösterip, kendisine bir emekli aylığı bağlamasını bekliyor şimdi annem. Ben doğduğum sıralarda, babam biçerdöverden gramofona kadar, her türlü makineye meraklıymış. Benim burnumun altındakine benzer, koskocaman bıyıkları varmış. Şimdi de güzel bıyıkları var, ama artık hemen hemen hiç bir şeye meraklı değil. Gazete okumakla geçiriyor gününü. Benim yazdıklarımı da okuyor okumasına ya, yazma tarzımı da, düşünme tarzımı da beğenmiyor. O eski günlerde, pırıl pırıl bir adammış babam. Otomobille bütün İtalya’yı dolaşmış; hem de halkın “kendi kendine yürüyen şeytan arabasını” görmek için bir kasabadan, öbür kasabaya gittiği günlerde… O parlak dönemden bana kalan tek hatıra, arkasında sıkılacak bir lastik yuvarlağı olan bir otomobil klaksonu. Yatağının başucuna vidalamıştı babam onu. ara sıra çalardı, özellikle yaz günlerinde… Bir de erkek kardeşim var, ama iki hafta önce aramızda bir tartışma geçti. Onun için ondan söz etmesem daha iyi olacak. Bunlardan başka, dört silindirli bir motosikletim, altı silindirli bir otomobilim, iki çocuklu bir karım var.


Ailem gemi mühendisi olmamı isliyordu, hukuk okudum bu yüzden. Böylece kısa bir sûre sonra, tanınmış bir afiş ressamı ve karikatürist olup çıktım. Okulda hiç kimse bana resim öğretmeğe kalkışmadığı için, elbette resim yapmanın özel bir çekiciliği olacaktı benim için. Reklam resimleri, karikatürlerden sonra, tahta oyma işleri, tiyatro dekorları da yaptım. Bu arada, bir şeker fabrikasında kapıcılık, bir bisiklet park yerinde kâhyalık da yaptım. Müzikten hiç mi hiç anlamadığım için, bazı arkadaşlarıma mandolin dersi vermeye başladım. Nüfus sayırm memurluğundaki başarım dillere destan oldu. Bir yatılı okulda öğretmenlik yaparken, bir mahallî gazetede düzeltmenlik işini buldum. Mütevazı aylığıma bir ek olsun diye, makallt olaylar hakkında öyküler yazmaya başladım. Pazar günleri boş olduğumdan, pazartesi günleri yayınlanan bir haftalık derginin yayın müdürlüğünü üstüme aldım. işimi elden geldiğince çabuk bitirebilmek için, yazıların dörtte üçünü kendim yazıyordum. Güzel bir gün trene atlayıp Milano’ya gittim. Orda Bertoldo adlı bir mizah dergisine girmeyi başardım. Yazı yazdırmıyorlardı bana bu dergide, ama resim yapmama izin vardı. Bu izinden yararlanarak, kara kâğıtlara beyaz çizgilerle resimler çiziştirip, dergide geniş, iç karartıcı alanlar yarattım.

Saul Steinberg Milano’ da mimarlık okurken, ilk resimlerini bu dergiye çizmişti; Amerika’ya dönünceye dek de, bu dergide çalıştı. Hiç de benim elimde olmayan nedenlerle harp patladı. I942’de, bir gün, kardeşim Rusya’da kaybolduğu ve ondan hiç bir haber alınamadığı için adamakıllı kafayı çekip sarhoş oldum. O gece Milano sokaklarında bağıra çağıra dolaşarak sayfalarca resmi kâğıt doldurmuş olduğumu, ertesi gün siyasi polis tarafından tutuklanınca öğrendim. Durumuma üzülen birçok kişi, sonunda kurtardılar beni. Ama polis ortada dolaşmamı istemediğinden, askere alındım. 9 Eylül 1943’ile, faşizmin yıkılışıyle birlikte, bu kez Kuzey İtalya’da Alessandria’da. Almanlar tarafından esir edildim. Onlar hesabına çalışmak istemediğimden, Polonya’daki bir toplama kampına gönderildim. Birçok Alman toplama kampını dolaştım. 1945’de bulunduğum kamp Ingilizlerin eline geçti, beş ay sonra İtalya’ya gönderildim. Esirlikte geçen günlerim, hayatınım en yoğun çalışına dönemi olmuştur. Canlı kalabilmek için elimden gelen her şeyi yapmam gerekti. «Beni öldürseler bile ölmeyeceğim. » diye özetleyebileceğim bir programa kesinlikle kendimi vererek başarıya ulaştım.

(İnsan kırk beş kiloluk bir kemik torbasına dönüşür; üstelik bit, tahtakurusu, pire, açlık ve hüzün de buna eklenirse canlı kalmak kolay değildir.) İtalya’ya döndüğümde, birçok şeyleri, özellikle de İtalyanları değişmiş buldum. Bu değişiklik iyi yönde mi olmuş, yoksa kötü yönde mi diye öğrenmek için oldukça uzun bir süre çaba harcadım. Sonunda hiç değişmediklerini anlayınca, öylesine üzüldüm ki, evime kapandım. Bundan kısa bir süre sonra, Candido adında bir dergi kuruldu Milano’da. O zaman da, şimdiki gibi bağımsız olduğum halde, o dergide çalışmaya başlayınca, kendimi gırtlağıma kadar politikaya gömülmüş buldum. Şu da var ki, dergi pek değer veriyor çalışmalarıma. (Kimbilir, belki de şimdi yayın müdürü olduğum içindir bu.) Birkaç ay önce, İtalyan komünistlerinin lideri Bay Palmiro Togliatti, bir konuşmasında soğukkanlılığını yitirerek, «üç burun delikli adamm icat eden Milanolu gazetecinin «üç misli aptal» olduğunu söyledi. Bu üç katlı aptal benim; bu söz politika alanındaki gazetecilik çalışmalarımın en güze! değerlendirilmesi olmuştur bence. Üç burun delikli adam şimdi pek ünlüdür İtalya’da, onun yaratıcısı da benim. İtiraf edeyim ki, bir kalem vuruşuyle, bir komünistin kişiliğini canlandırabilme başarımdan gurur duyuyorum, iyi bir buluştu o. (Burnunun altına iki yerine üç delik kondurmuştum, tamamdı.) Neden alçak gönüllü olayım? Seçimlerden önce yazıp çizdiğim başka şeyler de işe yaradı hep. İnanmayanlar gelip baksın; tavan arasında, beni yeren bir çuval dolusu yazı var gazetelerden kestiğim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir