“İLK ANINIZ NEDİR?” diye sorarlardı ona bazen. O da, “Anımsamıyorum, ” diye yanıt verirdi. Çoğu kimse bunun bir şaka olduğunu düşünürdü; gerçi bazıları da, onun göründüğünden daha akıllı biri olduğundan şüphe ederdi. Ama gerçekte, inandığı şey buydu. “Ne demek istediğinizi gayet iyi biliyorum, ” derdi duygularını paylaşanlar, söylediğini açıklayıp basitleştirmeye hazırlanarak. “İlk anımızın hemen arkasında daima bir anı vardır ve insan ona pek erişemez.” Ama hayır: Onu da kastetmiyordu. İnsanın ilk anısı; insanın ilk sutyeni gibi bir şey değildi, ya da ilk arkadaşı, ya da ilk öpücüğü, ya da ilk düzüşmesi, ya da ilk evliliği, ya da ilk çocuğu, ya da anne babasından birini ilk kez kaybetmesi, ya da insanlık durumunun yürek parçalayıcı umutsuzluğunu ansızın ilk kez fark edişi gibi bir şey değildi -bunların hiçbirisi değildi. Zamanın, ağır aksak ve mizahi temposu içinde yıllar boyunca düşsel ayrıntılarla süsleyebileceği -tülümsü bir pus katmanı, bir fırtına bulutu, küçük bir taç- ama asla silip atamayacağı katı, ele gelir bir şey değildi bu. Bir anı, tanımı gereği, bir şey değildi… bir anıydı. Şimdi, bir anının anısı ve birazcık daha önce, ondan önceki bir anının anısı ve işte bu böyle, gerilere kadar uzanıp gidiyordu. İşte bu yüzden insanların; bir yüzü, kendilerini havaya sıçratan bir dizi, bir bahar vakti çayırını, bir köpeği, bir büyükanneyi, ıslak bir şeyler çiğnediği için kulağı düşmüş kürklü bir hayvanı anımsadıklarına tam bir güvenleri vardı. Bir çocuk arabasını, bir çocuk arabasından çevrenin görünüşünü, bir çocuk arabasından düşüşlerini ve erkek kardeşlerinin, yeni doğan bebeği görmek amacıyla üstüne çıkmak için yerleştirdiği tersine çevrilmiş bir saksıya başını çarpışını anımsıyorlardı (gerçi yıllar sonra, o erkek kardeşin, kendilerini uykularından zorla uyandırıp, bir çocukluk kıskançlığı içinde başlarını saksıya çarpıp çarpmadıklarını da merak etmeye başlayacaklardı). Bütün bunları, kendilerinden emin şekilde, kendileriyle çelişkiye düşmeyecek şekilde anımsıyorlardı; ama bunlar, ister başkalarının anlattıkları şeyler olsun, ister hoşnut hayal kurmalar olsun, isterse kendisini dinleyen kişinin kalbini, işaretparmağıyla başparmağı arasına alıp onu şöyle bir çimdikleyebilmek için az çok kasti bir girişim olsun, ki bunun sızısı aşk gelip çatana kadar iyileşmeyecekti, yani sonuçta kaynağı ve niyeti ne olursa olsun, bunlara güvenmiyordu o. Martha Cochrane uzun yıllar yaşayacak ve bütün bu yaşadığı yıllar boyunca, kendisine göre yalan olmayan bir ilk anıyla asla karşılaşmayacaktı. Bu yüzden kendisi da yalan söylüyordu. İlk anısının, mutfak döşemesinde oturmak olduğunu söylüyordu; döşeme, üzerinde delikler bulunan, gevşek dokunmuş bir rafyayla kaplıydı; içine kaşık sokup deliklerini daha da büyütebileceği ve bu yüzden de dayak yiyebileceği türden bir şeydi -ama o kendini güvende hissediyordu, çünkü annesi arkada bir yerde, kendi kendine şarkı söylüyordu -annesi yemek pişirdiğinde, Başka zamanlar dinlemekten hoşlandığı şarkıları değil, hep eski şarkıları söylerdi- ve bugün bile Martha, radyoyu açıp da “You’re the Top” veya “We’ll All Gather at the River” yahut “Night and Day” gibi bir şarkıyı işittiğinde, ansızın burnunda, ısırgan çorbası ya da kavrulan soğan kokusu duyardı. En tuhaf şey de bu değil miydi? -ve sonra “Love Is the Strangest Thing” diye bir şarkı daha vardı ki, bu onun için her zaman, ansızın kesilivermiş bir portakalın suyunun sıkılması anlamına gelirdi. Ve orada, döşemenin üzerine yayılmış olarak, İngiltere Bölgeleri yapboz oyunu olurdu. Anneciği, daha oyunun başında, bütün dış kenarları ve denizi yaparak ona yardım etmeye karar vermişti ve kendi önünde de, ülkenin ana çizgileri, döşemenin bu komik şekilli rafya parçası kalmıştı. Bu şekil biraz da plajda bacaklarım açarak oturmuş, göbekli ve yaşlı bir hanımefendiyi andırıyordu – bacaklar Cornwall oluyordu, gerçi tabii o zamanlar bunu düşünmemişti, Cornwall sözcüğünü ya da parçanın hangi renkte olduğunu bile bilmiyordu, hem çocukların yapboz parçalarıyla nasıl oynadıklarım bilirsiniz, bir parçayı ellerine alırlar ve onu bir deliğe öylece sokmaya uğraşırlar, herhalde kendisi de, Lancashire’ı almış ve onu Cornwall’un yerine sokmaya çabalamıştı.
Julian Barnes – İngiltere İngiltere’ye Karşı
PDF Kitap İndir |