Murat Menteş – Dublörün Dilemması

Adamın sol yanağında Nike amblemi şeklinde bir yara izi vardı. Mr. Nike siyah bir takım elbise giymiş ve yemin ederim papyon takmıştı. Kırlaşmış saçları gayet gür görünüyordu. Oturduğu koltukta vahşice bir kibirle başını geriye atmış, dudağı tiksintiyle bükülmüş, kaşları sımsıkı düğümlenmişti. Hidiv Kasrı’nın bahçesinde toplanan jet sosyeteye mensup 150 kişi bana gülücükler gönderirken, bu tanımadığım adamın suratı neden bir kindarlık abidesi gibiydi? Yoksa… yoksa o muydu?! Buraya leşimi uzaya yollamak için mi gelmişti? Açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet edildiğimde, hain sevgilim yanağıma bir öpücük kondurdu. Alkışlar eşliğinde, sırıtarak çıktığım kürsüde, cebimdeki konuşma metnini bulana kadar vakit kazanmak için hitap faslını biraz uzattım: “Muhterem misafirler…” Arkamdaki Kasr’ın yanından bahçeye geçen Ferruh Ferman’a gözüm takıldı. “Meziyetli leydiler…” Hayret! Onun bu gece aramıza katılamayacağını sanıyordum. Ben zaten buraya onu temsilen gelmiştim. “Hatırşinas centilmenler…” O da ne? Öbür taraftan bir Ferruh Ferman daha çıkageldi! “Civanlar, eski topraklar ve bilhassa sabiler…” Misafirlerin arasına birkaç saniye içinde en az 20 Ferruh Ferman katılmıştı! Besbelli yine halüsinasyon görüyordum. Sevdiğim hain kadınla gözgöze geldim. Kapalı bir elbise giyerek beni şaşırtmıştı. Konuşma metnini aramayı bıraktım: “Bu harikulade yaz akşamında, çocuk bezinin mana ve ehemmiyetinden bahsedecek bir adamı dinlemeyi tercih ettiğiniz için teşekkür ederim.” Nike Efendi’nin çevresinde bir grup şık fedai dolanıyordu. İçlerinden biri, kulağına eğilip bir şeyler söyleyince spor suratlı ağır adam etrafa bakındı ve gizli bir komut verdi.


“Evvela, itiraf etmeliyim ki, birçoğunuz gibi ben de çocuk beziyle biraz geç tanıştım…” Sözlerime devam edemedim. Çünkü birdenbire Dead Can Dance’in Yulungdsı çalmaya başladı. Dev hoparlörlerin sesi sonuna kadar açılmıştı. Ve Bay Nike’ın adamları ile Ferruh Fermanlar aynı anda bellerindeki silahları çekip birbirlerine kurşun yağdırmaya koyuldular! Ortalık cehenneme döndü. Jet sosyete, havada çarpışan jetler gibi darmadağın olmuştu. Fakat çığlıklar duyulmuyordu, çünkü müzik silah seslerini bile bastırıyordu. Camlar tuzla buz oluyor, bahçedeki sahipsiz orkestranın enstrümanları kırılıp dökülüyor, masalar devriliyor, her yer kana bulanıyordu. Tam bir katliamdı bu. Gövdesine isabet eden mermi, şişman bir kadını kırlent gibi puflattı. Ferruh Fermanlardan biri omzundan vurulunca kendi ekseni etrafında dönerek yere yığıldı. Nike Bey’in bir adamı koşarken sırtından zımbalanınca fırlayıp koca bir ağaca yapıştı. Misafirlerden; hızla çalkalanıp patlayan şampanya şişeleri gibi köpüklü kan saçılıyordu. Bu müzikal kapışmanın tek seyircisi olarak, kürsüde donup kalmıştım. Sevdiğim kadını bulmalıydım. Gerçi burada gebersem bile onun umursayacağı yok ya, benim haşat kalbim korkuyla değil aşkla çarpıyordu.

Ve bu kurşun yağmurunun altındaki kan ırmağında, kupkuru bir adam, tabancasını alnıma doğrultmuş, cesetlerden oluşan bir köprüden bana doğru koşuyordu!. Cevabım kesindi: “Horrrrr!.” Derken cesaretini topladı ve beyaz sabundan yontulmuş elini yavaşça pembe burnuma doğru uzattı. Baş parmağı ve işaret parmağıyla tam burun deliklerimi kapatacağı sırada horlamayı kesip gözlerimi sonuna kadar açtım ve muzipçe gülümseyerek “Biliyordum!” dedim. Bana nefretle bakıyordu; bir ceylan ne kadar nefret edebilir? Onu hayal kırıklığına uğratmıştım, aramızdaki her şey bitmişti, artık bana “Hayır” bile demeyecekti besbelli. Yırtıcılığımı belgeleyen cümleyi kurdum: “Benim için kendinizi tehlikeye attınız. Size borçluyum. Bir kahveye ne dersiniz?” Nefreti anında iğrentiye dönüştü. Bir adatavşanı ne kadar iğrenebilir? “Ne…” Sanırım “Ne yapmaya çalışıyorsunuz?” diyecekti. Cebimden sol elimle beyaz bir kâğıt mendil çıkarıp teslim bayrağı gibi salladım ve öteki elimi uzatarak “Nuh” dedim. Donakalmıştı. “Adımı sana söylemektense kulaklarından kıllar fışkıran bir engizisyon yargıcına, satanist bir şebekenin kara liste fihristini tutan etçil katibe ya da kuduz bir doberman sürüsüne söylerim daha iyi” der gibi baktı… Malpigi tabakasında melanin pigmenti sentezlenen herhangi biri olsaydım, gözlerime sürme çekmemi çoğu kimse hoş karşılayacaktı. Vampirler gibi ben de gün ışığına duyarlıyım fakat gözlerimin yüzümde bir çift örümcek gibi yanyana durması insanları paniğe sürüklüyor. Cildim uçuk pembe, tüylerim bembeyaz; gelgeldim hiç ama hiç utangaç değilim. Küstahlık etmekten bedensel bir kaderle men edilmiştim ve buna canla başla direniyordum.

Kendi kendime karşı isyanım herkeste tiksinti uyandırıyordu… Bu bedenin içinde müebbet mahkumiyetimi artık işleme koymam gerekiyor… Sütlü kahve saçları, asma dalı omuzlarından usulca akıyordu. Gözlerindeki anlam, dünya savaşlarından, okyanus hazinelerinden, kum fırtınalarından, meyve ormanlarından derlenmişti. Dudakları buzulda yetişmiş bir elmanın kabukları kadar parlaktı. Kaşları kestane şekeriyle çizilmişti. Burnu uygarlığımızı utandıracak bir büyünün ürünüydü. Dişleri başka bir gezegenin ele geçmez cevherleri, mücevherleri… Biçim ve ifadenin mucizesiyle yoğrulmuş bu yüz karşısında, bir kobay ahırı kaçkını gibi mıhlanmıştım. içimde ifritler kim bilir ne kazanlar kaynatıyordu. İçimde bir masal cücesi, bir orman çiniyle birlikte natürmort modellerini kemiriyordu. İçimdeki havai korsan silahım kalbime dayamıştı. Otobüs, Kadıköy’e vardı. Sakince toparlanıp kalkarken onu seyrettim. Ardından gitmem, ona “Hayatım boyunca bu anı bekledim” filan demem gerekirdi. Saçmalamak daima belli bir esneklik doğurur. Bu da tahmin edilemeyecek kadar çok kişinin işine gelir. Savaşlar da, evlilikler de, politik mitingler de bu esneklikten istifade eder.

Yapamadım. Onu takip edemedim. Doğar doğmaz reddedilmiştim, hayatım boyunca öyle çok kovulmuştum ki, buna alışık olduğumdan emindim, fakat bu defa feleğin çemberinden çıkamadım. Pembe burnumu kravatımla sildim. Bu barbarlığımı robotsü bir centilmenlikle kayıtlı bir soğukkanlılıkla karşılayan Hayvanat Bahçesi Yangınında Haşlanan Suaygırları Liseden sınıf arkadaşım olan, Allah’ın sevgili kulu İbrahim Kurban, konservatuar binasının önünde beni bekliyordu. Kumral, uzun boylu, zayıf yapılı, bebek yüzlü ve kaim sesli kardeşim. “Selamünaleyküm.” Bu sıcakta kucaklaştık. Biz hakikaten sıkı arkadaşız. “Aleykümselam.” İbrahim Kurban’ın kaşları her zamanki gibi çatık. “Çok beklettim mi?” Asla dakik olamadım ve sırf bu yüzden uzadıkça uzayan dostluklarım var. “Evet, ama bu bir rekor değil.” İbrahim kadar az konuşan ve hazırcevap biri zor bulunur. Lonca Caddesi’ndeki Kumpas’a [Kum Pastanesi’nin, aramızdaki kısa adı] kadar yürürken tek kelime etmedik.

Yalpalayarak yol alan felçli garson, önümüzden geçerken tepsisindeki bardakları şangırdatıyordu. Arkasından bakınca, limonata dolu bardakların birinden diğerine atlayıp duran Japon balıklarını gördüm! Döndüğünde, tepsi gibi düz suratına buzlu bir tebessümü yayıp boş gözleriyle bize baktı. Bir sade, bir sütlü kahve istedik. Bu arada, pastanenin duvar kâğıtlarında mor kertenkeleler geziniyordu… Pekala… Bende atipik şizofreni var ve sürekli halüsinasyonlar görüyorum. Fakat hepsi bu. Yani garson felçli olmayabilir, duvarlarda kertenkeleler cirit atmıyor olsa gerek ve limonata bardaklarında yüzen Japon balıkları da muhtemelen var değiller. Yine de bunların bir önemi yok. Halüsinasyonlarla gerçekleri [sanırım çoğunlukla] ayırdedebiliyorum ve ortalığı velveleye vermiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir