Murat Menteş – Ruhi Mücerret

Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım”ın yazarından doludizgin bir roman daha! Sıkı tutunun! İstiklal Harbi’nin son gazisi, 100 yaşındaki millî kahraman RUHİ MÜCERRET bir dünya starına nasıl dönüşüyor? Zaten ecelin menzilindeyken, esrarengiz psikopat MASUM CİCİ’yi haklayabilecek mi? Mabet filozofu AVNİ VAV’dan daha neler öğrenecek? NAZLI HİLAL’e, 70 yaş farka rağmen nasıl açılacak? Ve son nefesinde kelime-i şahadet getirebilecek mi? Bir gözü mavi, diğeri kahverengi avare CİVAN KAZANOVA elden düşme ruhunu, şeytana neden satıyor? Depremde yitirdiği SERPİLSİLAHLIPERİ’yi unutmayıp da ne yapacak? Marifetli afet FUJER FUJİ’den kaçarken neye yakalanacak? Alınyazısındaki boşlukları neyle dolduracak? Yeğeni OZAN’ı hangi parayla tedavi ettirecek? iharın eşiğinde tetikte bekler kimvurduya mı gidecek? Ziyadesiyle kahkaha ve bir nebze gözyaşı içeren bu serüvende, trenler gemilere çarpıyor. İstiklal Savaşı, 85 yıl sonra devam ediyor. Şakaklar matkapla deliniyor. Uçaklar düşüyor. Kaybedenler şampiyon oluyor. Ölüler diriliyor. Serseri kurşunlar uçuşuyor. Ve reklamlar, müşterileri ele geçiriyor! 786055 162054 Murat Menteş: Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım [Türkiye Yazarlar Birliği 2009 “Yılın Romanı Ödülü”] adlı romanların yazarı. Bir de şiir kitabı var: Garanti Karantina. RUHİ MÜCERRET Yalan, aptallaştırır; hakikat, delirtir Canlı bağlantı Son nefesim yahut Cici cinayet [AYNİ VAV] Yaşam başka yerde. [MILAN KUNDERA] Ben bir başkasıdır. [ARTHUR RIMBAUD] Coca-Cola treni, Pepsi gemisine tosluyor! Rusya ve Amerika’dan fırlatılan birer toplu iğneyi Atlas Okyanusu’nun ortasında çarpıştırmak gibi bir şey bu! [ROLF-DIETER HEUER] “Hayat nasıl gidiyor?” “Yaşayan birine sor.” “Dün görüşemedik, nerelerdeydiniz?” “30 sene evvel bana ‘3 ay ömrünüz kaldı’ diyen doktorun cenaze merasimindeydim.” “Toprağı bol olsun.” Ruhi Bey’le Haydarpaşa rıhtımındaki çay bahçesinde oturuyorduk.


Mendirekte sıralanmış martı komitesi, İskandinav aksanıy-la ciyaklıyordu. Meczup karabataklar, su balesi takımı gibi denizin naylonumsu karanlığına dalıp çıkıyorlardı. “Kafi, Ruhi Bey, şeker çoktan eridi, için artık.” “Yapabildiğim tek spor bu: Çay karıştırmak.” “Kendinize haksızlık etmeyin efendim, gayet dinçsiniz.” Soğumuş çayı art arda üç yudumda içti: “Benim… avcının emanet ettiği tüfeğe gözü gibi bakan geyikten ne farkım var Allah aşkına Avni Bey?” “Siz hâlâ avcısınız mirim. Kurt kocasa da huyu değişmez.” “Kim 100 yaşında olmak ister ki?” diye mızıldandı. “99 yaşındakiler” dedim. Garson, boş bardakları alırken sordu: “Başka bir arzunuz?” Parmak kaldırdım: “Bir… Coca-Cola alayım.” Ruhi Mücerret, son arzusunu kararlaştıran mahkum edasıyla sordu: “Ilık Pepsi var mı?” Garson, her türlü aksaklığa anında ayak uydurmayı öğrenmişti: “İsterseniz şişeyi fırında biraz ısıtayım?” “Makbule geçer.” Ruhi Bey, fi tarihinde Haydarpaşa Garı’nm gece bekçisiymiş. Arada bir uğrarız buraya. Gar Müdiresi Zehra Hanım gelir, ihtiramda bulunur. Gar personeli Ruhi Bey’i hoş tutar, saygıda kusur etmezler.

Her ne kadar kimseye görünmemeye çalışsak da, bazen deniz feneri, bazen de kaya tuzu gibi parlayan sakallarımız göz alır. Çay bahçesini çevreleyen lamba direklerine monte edilmiş hoparlörlerden Güzin – Baha İkilisinin Gençlik Başımda Duman şarkısı duyuluyor: “Aşk bahçemi süsleyen inci çiçeği misin? Gecemi aydınlatan ateş böceği misin?.” “Bu yeni şarkıları seviyorum” diyorum. Cümle ağzımdan çıktığı anda, şarkının 30 yıllık olduğunu fark ediyorum. “Benim bu şarkıyı hiç duymamam gerekirdi Avni Bey… Sizin tevellüt kaçtı?” “1339 senesinin Rabiulevvel ayında gelmişim dünyaya.” Garson, Pepsi’yi ve Coca-Cola’yı masaya kondurup tüydü. “Yani, miladi 1920 midir?” “Tam üstüne bastınız.” “Sen doğduğunda ben çoktan şahadet şerbetini içmiş olmalıydım. Burada böyle karşılıklı meşrubat içmemiz hayra alamet değil. Asla evlenmemeliydim. Evlatlarımın ölümünü görmemeliydim. Aynaya baktığımda ödüm patlıyor.” “O niye Ruhi Bey?” “Çünkü ben bir kıyamet alametiyim.” O anda “Vuuuuuuup!” bir vapur düdüğü duyuldu. “Aaa? Ruhi Bey, bakın! Pepsi gemisi!” “Pepsi gemisi mi?” Ruhi Mücerret dönüp arkasına baktı.

Pepsi renklerine boyanmış gemi, iskeleye yanaşıyordu. Bacası, kocaman Pepsi şişesi şeklindeydi. Şişenin ağzından duman yükseliyordu. Yolcuların tümü Pepsi kostümleri giymişti. Etraftaki sesleri bastıran Pepsi şarkısı eşliğinde dans ediyorlardı. Güverte, sizce de kızları podyuma nazaran daha alımlı göstermiyor mu? İskelenin berisinde kameralar ve renkli mikrofonlarıyla tv muhabirleri yayma başlamıştı. Anlaşılan, Pepsi yolcuları arasında kimi pop starlar bulunuyordu. Ruhi Bey elindeki şişeyi kaldırarak gemiyi selamladı. Bir anlık tereddütten sonra ben de kola şişesini kaldırıp Ruhi Bey’inkiyle tokuşturdum. Her ne kadar 22 senedir ağzıma içki sürmesem de ben bir alkoliğim. “Nasıl? Gemiyi beğendiniz mi?” “Biz de binsek mi Avni Bey, ne dersin?” Yaşlılık ikinci çocukluktur derler ya, harbiden öyle. “Pek tabii.” Garsona seslendim: “Delikanlı, borcumuz ne kadar?!” Ağır ağır doğrulduk. İkimiz de hayranlıkla gemiye bakıyorduk. Gözlerimiz kamaşmıştı.

İşte tam o anda gar binasından vahşi bir gürültü koptu! Gorrrrrrrrrrrrr!!! Bir yolcu treni mermer zemini yararak uçtu! Kırmızı renkli, vagonları kola kutusu şeklindeki trenin üzerinde devasa harflerle “Coca-Cola Hayatın tadı” yazılıydı. Bu metalik cümle alev alarak havalandı ve iskele binasının çatısını parçalayıp “Gümmm!” diye Pepsi gemisine tosladı. Tepedeki şişe tuzla buz oldu! Trenin lokomotifi dalgakırana çakıldı! Bir saniye içinde muazzam bir yangın başladı. Kapkara bir duman köpürüp kabararak göğe yükseliyordu. Şarkılar susmuştu. Canhıraş çığlıkların ardı arkası kesilmiyordu. İnsanlar mahşer meydanındaki gölgeler gibi kaçışıyordu. Ruhi Mücerret ve ben zımbalanan karton gibi kalakalmıştık. Geminin üst güvertesinden kana bulanmış cesetler saçılıyordu. Kameralar kayıttaydı. Rıhtımdaki mütevazı sefamız, kaotik bir felakete dönüşmüştü. Parçalanan tren penceresinden fırlayan bir kelle yerden sekip yuvarlanarak Ruhi Bey’in ayağına çarptı! Bir kamera, kelleyi takip ederken bize çevrildi. Ruhi Mücerret’i kolundan tutup geriye çektim. Yavaş yavaş uzaklaşıyorduk. Deniz bile tutuşmuştu.

Bir patlama duyuldu. BUM! Yanık metal kıymıkları konfeti gibi yağdı. Gemi yolcuları haşlanırken, trendekiler kavruluyordu. Yanımızdan geçen bir köpek, havlayarak olayı protesto ediyordu. POF! Köpeğin kafasına pişmiş bir martı düştü! Gar binasının köşesinden dönerken son defa facia manzarasına baktım. Gemi ve tren enkazlarının üzerinde polis helikopterleri uçuşuyordu. Gar Müdiresi Zehra Za-rifoğlu dışarıdaki merdivenlerde sırma saçlarını yolarken haykırıyordu: “Coca-Colaaaaa! Kazananların içeceğiiiiiii!!!” Galiba yanlış duymuştum. İhtiyarlık. Köşeyi döndüğümüzde itfaiye, ambulans ve polis araçlarından oluşan bir konvoyla karşılaştık. Sirenler birbirine karışıyordu. Bir müddet yürüdük. Birbirimizin sesini duyabileceğimiz kadar uzaklaştıktan sonra Ruhi Mücerret ağzını kulağıma yaklaştırdı: “Şimdi anladın mı neden ölmek istediğimi?” Kimileri kaderce mimlenmiştir. Ruhi Mücerret, onlardan biriydi. [RUHİ MÜCERRET] Hangi yakın zamanda öleceğim kim bilir. [ARABESK ŞARKI] Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın, [MEHMET AKİF ERSOY, İstiklal Marşı] Azrail’in penaltıları ‘O güzel ismini son nefesimde / Anıp da bahtiyar ölmek isterim’ [RIZA TEVFİK BÖLÜKBAŞI, 1869-1949] 100 yaş bunalımı nedir bilir misiniz? Ergenlik sorunlarına benzemez.

Hoplayıp zıplayarak yatıştırı-lamaz. 30 yaş depresyonundan tamamiyle farklıdır. Muğlak bir iltifatla [“Kilo mu verdin?”! dağılmaz. Orta yaş kriziyle karıştırılmamalıdır. ‘İkinci bahar’ tesellilerinden yoksundur. Zaman daima aleyhimize işler. Fakat benim yaşımdaysanız, her nefes bir muharebe tadı verir. Gençlerin tabiriyle ‘uzatmaları oynuyorum’: Azrail’in penaltılarından kaçını daha kurtarabilirim? Yine de, geleceği değiştirmeye çalışmam. Onun şimdiki halini seviyorum. Savaşın birebir tekrarı Yaralarım üstünkörü sarılarak yeniden savaş alanına gönderildim. Ve hâlâ buradayım. [ESPIRITO ZELEZA, 1877-1941, Kanlı Çoraplar] 1919 baharına kelebekler, çiçekler, kuşlar dahil değildi. İngilizler, mutfaklarımızdaki ekmek bıçaklarına varıncaya, silah namına ne varsa toplamışlardı. Sokağa çıkmayı yasaklamışlardı. Dükkanlara kilit vurulmuştu.

Çarşılarda etler, meyveler çürüyordu. Antep şehri uğultular eşliğinde paslanıyordu. Ekim ’ de Antep’ten çekilen îngilizler, Fransızlara şans öpücüğü vermişti. Nöbet değiştiren cellat çifti. Ermeni aromalı Fransız birlikleri, mezbahada işe başlamış çakallara benziyordu. Salyaları lağım gibi akıyordu… Cehennemin çıkış kapısını bulmaya çalışıyorduk. Mermi kovanları ayaklarıma batıyordu. Antep’i kesif bir barut dumanı kaplamıştı. Fransız askerler, tam 11 ay boyunca yangını körüklediler. 70 bin kurşun, korlaşmış demir dikenleri saçtılar üstümüze… Kışın göğün gürültüsüne, düşman topları laf yetiştiriyordu. Kar; mazot ve kanla karışık yağıyordu. Soğuktan, kurtların bile ayakları uyuşmuştu. Savaşın eşiğinde halkın nabzı hızlanır. Namluların, süngülerin hizasmdaydık. Aşklar inkıtaa uğramıştı.

Düğünler iptal edilmişti. Yemekler zehir zıkkım olmuştu. Mektepler, işyerleri, tarlalar boşalmıştı… Mehmet Kamil adında 10-12 yaşında bir çocuk, annesiyle birlikte fırından ekmek almış eve dönüyormuş. Üniformalı iki sarhoş, kadıncağıza musallat olmuş. Feracesini yırtmaya kalkışmışlar. Kamil, yerden taş alıp ırz düşmanı Fransızlara fırlatmış. Çocuğu oracıkta, annesinin gözleri önünde süngülemişler!. Milletin sabrı taşmıştı, lâkin eli kolu bağlıydı. İmam Mehmet, zengin bir aileye mensuptu. Savaşçı ruhluydu. Şövalyeden dayanıklı, samur ay dan hızlı. Şahin Bey namıyla maruf Mehmet Sait, Kuvayı Milliye’nin reislerindendi. Adamlarıyla birlikte Kilis – Antep yolunu kapattı. Fransız kumandana gönderdiği kısa mektupta “Namus ve hürriyet için ölüme atılmak bize Ağustos sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Sizler canı kıymetli insanlarsınız.

Çatmayınız bize” yazmıştı. Bunlar, 1,5 ay sonra düşman kurşunuyla vurulacak, 29 yaşında bir adamın sözleriydi. Mart’ta binlerce Fransız askeri hücuma geçti. Biz de Kızılbu-run tepelerinde Şahin Bey komutasında mukavemet ettik. Üstümüze top mermileri yağıyordu. Siperde mahsur kalmıştık. Şahin Bey’in atı mermilerden ürkmüş, adım atamıyordu. Attan atlayıp, Azrail’in arkasında mevzilenmiş düşmana doğru koşmaya başladı. Mutlaka bir bildiği vardı. Güllelerle dövülen toprak, hırçın bir deniz gibi dalgalanıyordu. Kıvılcımlar saçan bir fırtınanın ortasmdaydık. Harp, insanı sersemletir. Nabzımız tüfeklerde atıyordu. Tüfekler, kollarımızın dışarıya uğramış kemikleriydi sanki. Açlıktan dermanımız kesilmişti.

Yine de, cayır cayır yanarak üstümüze devrilen gök kubbeyi süngülerle durdurmaya çalışıyorduk. 1920’nin 2 Nisan sabahı, Bostancık’ta konaklamış Fransız kıtalarına hücum ettik. 15 yaşındaydım. O kargaşada Albay Andrea’nın kaldığı konağa, yatak odasının arka penceresinden süzülüverdim. Komutanı vurursam işlerin düzelebileceğim düşünüyordum. Gelgelelim tüfeğimde kurşun yoktu. İçeriden ayak sesleri geliyordu. Şaşaalı karyolaya bırakılmış parlak bir tüfek gözüme çarptı: 1916 model bir Berthier MLE… Yavaşça yaklaşıp sessizce aldım. Metal akşamı altın kaplamaydı. Bu göz kamaştırıcı ganimeti incelerken kendi tüfeğim elimden kayıp düştü. Nöbetçi askerlerden biri koşarak içeri daldı. Berthier’yi doğrultup tetiği çektim. Iskaladım, fakat nöbetçi yine de sırtüstü devrildi. İki elimde iki tüfek, pencereden atlayıp tabanları yağladım. Arkamdan en az 10 el ateş edildi.

Ağaçların arasından koşarak çok şükür sağ salim tepeyi aştım. Albay Andrea’nın tüfeğini, şarjöründe kalan 4 mermiyi çıkardıktan sonra, kat kat bezlere sarıp evimizin bahçesine gömdüm. Aklımdan tam olarak ne geçiyordu bilmiyorum. Harp bir cinayet turnuvası havasında sürüyordu. Şehrin dört bir yanma saçılmış cesetlerin üstünde kargalar sekiyordu. Yanımda biri vurulunca sıçrayan kan yüzüme sıcak lekeler halinde yapışıyordu. Bir mermi sol omzumu parçalayıp geçti. Her şey yanıyordu, nereye baksan, elini neye atsan kirli, siyah bir duman yükseliyordu. Et parçaları çamurun, kan ise su birikintilerinin içinde eriyordu. Toprak kanımızı emiyordu, sonra da etlerimizi ve kemiklerimizi çiğneyip yutuyordu. 28 Mart 1920… Şahin Bey’in naaşı, Elmalı Köprüsü’nün orada bulundu. 10 bin evin 8 bini delik deşik, paramparça olmuştu. Şehir bir enkaz galerisine, ağıt antolojisine dönmüştü. Her şey ya çok sıcak ya da çok soğuktu. Yanmakla donmak arasında gidip geliyorduk.

Uykusuzluktan gözlerimizin çevresi kararmıştı. Deliksiz bir uyku çekmek istiyorduk, fakat ölmekten korkuyorduk. Uyanık olmaksa kabus görmek demekti. Aylar süren Fransız kuşatmasına, tehditlere ve had safhaya ulaşan açlığa rağmen Antep şehri direniyordu. Kuşatma yer yer huruç hareketleriyle yarıldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir