Romain Gary – Kral Salomon’un Bunalımı – Emile Ajar

Haussmann Bulvarında binmişti benim taksiye. Çok yaşlı bir beyefendiydi, güzel bir bıyığı, ak bir sakalı vardı. Sonra birbirimizi daha iyi tanıdığımız bir dönemde kazıttı hepsini. Berberi yaşlı gösterdiğini söylemişti, o da seksen dört küsur yaşında bulunduğuna göre ne diye daha fazlasını ekleyecekti? Ama tanıştığımızda bıyığı tümüyle yerindeydi. İspanyol sakalı dedikleri, kısa sakalı da öyle. Bu sakal ilk kez İspanya’da çıkmış da ondan böyle koymuşlar adını. Bozulmaya karşı direnmiş, düzgün ve güçlü yüz çizgileriyle, oturaklı bir adam olduğunu hemen anlamıştım. En sağlam kalan yanı gözleriydi, koyu, hatta karaydı. Dışarılara taşan ve çevresini gölgelendiren bir kara. Otururken bile çok dik duruyordu, bakışındaki sert anlatım karşısında şaşırmıştım, kararlı ve amansız havaların-daydı, sanki hiçbir şeyden, hiç kimseden korktuğu yoktu ve düşmanı kaç kez dümdüz etmişti, oysa daha Poissonniere Bulvarındaydık topu topu. Bu yaşta böylesine güzel giyinen bir adam taşımamıştım hiç taksimde. Yolun sonuna gelmiş yaşlı beylerin, hep çoktandır giydikleri giysilerle dolaştıklarını sık sık fark etmişimdir, üzerlerine titremeleri bile böyledir. Azıcık süreleri kalmıştır şu dünyada. Bu nedenle yeni bir gardırop düzmeye kalkmazlar, tutumsal olmaz böylesi. Ama Mösyö Salomon, kendisini tanıdığımda adı böyle değildi daha, tepeden tırnağa yeniler giymişti.


Hem de meydan okuma ve güvenle. Prens de Galles bir takım, benekli bir mavi papyon, yakada pembe bir karanfil, kafada kenarları sağlam mı sağlam bir gri şapka. Dizlerinin üstünde deri eldivenler ve at başı biçiminde, gümüş topuzcuklu bir baston tutmaktaydı, en son şıklık havasını yayıyordu ortalığa, öyle kolay kolay ölmeye boyun eğmeyecek bir adam olduğu hemen seziliyordu. Sesine de şaşmıştım, bana Sentier Sokağına çekmemi söylerken bile homurdanıyordu, oysa hiçbir neden yoktu buna. Belki de öfkeliydi ve gideceği yere gitmek istemiyordu. İlk tarihse] karşılaşmamıza en uygun sözcüğü aradım sözlükte, başı önde, Sentier Sokağına çekmemi söyleyerek benim taksiye girerken uyandırdığı izlenime dayanarak homurdanmak sözcüğünü tuttum: Kızgınlık ve öfke etkisi altında boğuk, korkutucu bir ses çıkarmak. Ama o sırada bunun Mösyö Salomon için daha da doğru olduğunu bilmiyordum. Daha sonra, iyice aradım vegazap’ı buldum: Saldırgana karşı şiddetli kızgınlık. İleri yaşı kendisini katılaştırıyor, belini, dizlerini ve başka yerlerini oynatmasını zorlaştırıyordu. Tepesinde böyle bir düşmanla ve saldırgana karşı böyle bir kızgınlıkla binmişti taksime. O oturup da ben arabayı kaldırdığım zaman, bir rastla-şım oldu. Radyom açıktı, işittiğimiz ilk şey de Bretagne’daki deniz kazasıyla kara dalgaya ilişkin haberlerdi: Mazotlar içinde ölen yirmi beş bin kuş. Her zamanki gibi bastım küfrü. Mösyö Salomon da kızdı, o güzelim, o homurdanan sesiyle. “Ayıp,” dedi.

Dikiz aynasından, içini çektiğini gördüm. “Her gün biraz daha zorlaşıyor dünyayı taşımak.” Mösyö Salomon’un yaşamı boyunca hazır giyim, özellikle de pantolon alanında çalıştığını işte o zaman öğrendim. Konuştuk biraz. Birkaç yıl önce pantolondan emekliye ayrılmıştı, boş zamanlarını hayır işleriyle dolduruyordu, ne yaparsın, insan ne denli yaşlanırsa, başkalarına gereksinimi o denli artar. Dairesinin bir bölümünü S.O.S. Gönüllüler adında bir kuruma vermişti. Gece gündüz telefon edilebilir buraya, dünyanın taşınması fazla ağır, hatta ezici gelmeye başlayınca, bunalım başladı demektir. Numarayı çevirip destek alırsın, dilde ruhsal yardım diyorlar bunun adına. “Para sıkıntısı çekiyorlardı, lokalleri de yoklu. Kanadımın altına aldım onları.” Kanadından söz ederken güldü, ama bu da bir homurdanmaydı, sanki gülüş varlığının çok derinlerinden geliyordu. Tükenme yolunda olan türlerden söz ettik, doğaldı böyle yapmamız, çünkü bu yaşta topun tam ağzındaydı.

Fazla çabuk gelmeyelim diye çok ağır sürüyordum arabayı. S.O.S. Dostluk’u bilirdim, ama daha başkaları da bulunduğunu, yardımın örgütlenmekte olduğunu bilmiyordum doğrusu, ilgimi çekmişti, herkesin başına gelebilir böyle şeyler; şu var ki, telefona sarılıp da S.O.S. Dostluk’tan ya da daha başkalarından yardım istemek hiç usuma gelmezdi, öyle ya, yaşam boyu telefona yapışıp kalamazsın ki. Başvuruları yanıtlayanların kimler olduğunu sordum ona, yanıtları iyi niyetli gençlerin verdiğini, başvuranların da özellikle gençler olduğunu söyledi, yaşlılar alışmışlardı çünkü. Burada bir sorun çıktığını açıkladı bana: Başkalarının sırtından kendilerini daha iyi bulmak için değil de başkalarına yardım etmek için çalışacak gönüllüler bulmak gerekiyordu. Sentier yakınlarına gelmiştik, anlamamıştım, bir yardım çağrısı, çağrıyı alan kişiyi nasıl rahatlatırdı, bilemiyordum. Bana bunun ruhbilimde oldukça sık görülen bir şey olduğunu açıkladı tatlılıkla. Örneğin gençliklerinde hiç sevilmemiş ya da tepilmiş ruh hekimleri vardı, ruh hekimi olarak bu açığı kapatır, hapçı gençlerle, kaçıklarla ilgilenir, böylece kendi önemlerinin bilincine varır, egemenlik kurarlardı, herkes hayranlık duyardı kendilerine, çevreleri başka türlü hiç mi hiç tanımayacakları güzel fıstıklarla dolardı, böylece bir güçlülük duygusu kazanır, böylece kendi kendilerini iyileştirirlerdi, kabuklarının içinde daha bir iyi bulurlardı kendilerini. “S.O.

S.’te öyle gönüllülerle karşılaştık ki, bayağı bunalımlıydılar. Bunlara duygu yoksunu denilir, umutsuz bir çağrı aldılar mı yalnızlığı pek duymaz olurlar… İnsancıl yardım pek öyle sorunsuz bir konu değildir.” Daha da yavaş sürdüm arabayı, gerçekten ilgimi çekiyordu. Mösyö Salomoıı’a hazır giyimden insancıl yardıma nasıl geçtiğini sordum. “Genç dostum, hazır giyimin nerede başlayıp nerede bittiği pek belli olmaz,” dedi. Sentier Sokağına gelmiştik, Mösyö Salomon indi, üstüne okkalı bir bahşiş ekleyerek ödedi paramı. Ne işi, pek bil-d iğim yok ya, bu iş o zaman oldu işte. Taksi parasını öderken, dostça baktı bana. Sonra gene baktı, ama tuhaf mı tuhaf, sanki yüzünde bir şey varmış gibi. Hatta irkildi bile, zorlu bir şaşkınlık belirten, beklenmedik, istemdışı bir devinim. Bir an, beni süzmeye ara vermeden, öylece sustu. Sonra gözlerini yumdu, elini gözkapaklarının üzerine götürdü. Sonra gözlerini açtı ve tek sözcük söylemeden beni süzmeyi aynı biçimde sürdürdü. Derken, gözlerini başka yana çevirdi; görüyordum ki düşünüyordu.

Gene bir göz attı bana. Görüyordum ki, kafasına bir düşünce takılmıştı ve duralı-yordu. Gülümsedi, biraz alaylı, özellikle de hüzünlü, tuhaf bir gülümsemeyle. Sonra, beklenmedik bir biçimde, bir kadeh bir şey içmeye çağırdı beni. Böyle bir şey hiç başıma gelmemişti taksicilikte. Bir kahveye oturduk, gene öyle şaşkınlıkla süzüp durdu beni, sanki olanaksızmış gibi. Sonra birkaç soru sordu. Onarımcı, daha çok da her telden çalan bir yaptakçı olduğumu söyledim ona. İşlemeyen şeyleri düzeltmekle yetenekliydim, musluk, boru, havagazı, elektrik, ufak makineler. Kuram bilmezdim ya uygulamayı öğrenmiştim, iki arkadaşla, bir taksiyi paylaşmaktaydım. Bunlardan biri Yoko’ydu, masörlük öğrenimi görüyordu, bitirdikten sonra bu uğraşın eksikliği çok duyulan Fildişi Kıyısına dönecekti; öbürü de Tayland sınırından yararlanarak kaçmayı başarmış bir Kamboçyalı olan Tong’du. Geri kalan zamanımda, kişisel olarak belediye kitaplıklarında serbest öğrenci özöğrenimi-mi sürdürüyordum. İlkokuldan sonra okulu bırakmıştım, o gün bugün, tek başıma, özellikle de sözlüklerde sürdürüyordum öğrenimimi; bence en eksiksiz kitaplar sözlüklerdi, çünkü onlarda bulamadığını başka yerde hiç bulamazdın. Taksi bizim olmamıştı daha, borca almıştık, daha bir on beş bin saymak gerekiyordu, ama çalışma iznimiz vardı ve borcumuzu ödeyebileceğimizi umuyorduk.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir