Terry Eagleton – Azizler ve Alimler

12 Mayıs 1916 sabahı saat altıya on kala, Dublin’deki Kil-mainham Hapishanesi’nde kapı birdenbire açılıp küçük bir grup hücreye dizildiğinde, James Connoly içeride uzanmış yatıyordu. Birini kurşuna dizmek için bu kadar çok görevlinin gerekmesi hayret vericiydi. Açılan kapıdan içeri şu sırayla girdiler: Gardiyanlar Sean McGrath ve Damian Walsh, başgardiyan Francis Xavier Mather, Kilmainham Hapishanesi Müdürü William Martin, Dublin’deki St. Bene-dict inancına bağlı bir mahalle kilisesinin rahip yardımcılığının yanı sıra, hapishanenin rahipliğini de yapan saygıdeğer Thomas Kelly, hapishanenin başdoktoru Kieman O’Brien ve İngiltere İçişleri Bakanlığı adına gözlemci olal rak bulunan hükümet görevlisi Henry Crichton. Mahkûmun güvenliğinden sorumlu iki gardiyan Robert Keams ve Patrick Doyle zaien hücredeydiler. Mahkûmun karşı koyma ihtimaline karşı, arkalarından gelen önemli görevlileri korumak anıacıyta hücreye ilk önce McGrath, Walsh ve Mat-her girdiler. Dokuz kişi daracık yerde omuz omuza sıkışırken, tribünlerdeki futbol tutkunlan gibi dirsekleriyle kendilerine biraz daha yer açmaya çalışıyorlardı. Connolly’ye, birkaç dakika sonra sabahın erken saatlerinde çiseleyen yağmurun altında kurşuna dizileceği kırmızı tuğla duvarın önünde kolay seçilsin diye parlak yeşil bir tulum giydirmişlerdi. Tulum, Connolly korkudan altına yaparsa pis bir leke kalmasın diye kalın bir bezden yapılmış ve direnmeye kalkarsa pislik etrafa dağılmasın diye de kalça tarafı iyice sıkılmıştı. Dua ediyor gibi bir hali yoksa da, elinde mavi bir tespih tutuyordu. Oyunbozanlık ederek birdenbire yutmaya ya da kendini tespihle boğmaya kalkmaması için biraz sonra tespihi elinden alacaklardı. Karısı Lillie Reynolds’un fotoğrafı, sanki uzun uzun incelenmiş ve vedalaşılmış gibi, tersine çevrilmiş biçimde hücredeki masanın üstüne düzgünce konulmuştu. Mahkûmun direnmesi halinde kullanılmak üzere bütün gardiyanlar bellerinde ağır tahta coplar taşıyorlardı. McGrath ve VValsh’un ceketlerinin altında tabancaları da vardı; ola ki Connolly, daha o sabah çırılçıplak soyulup aranmasına karşın, belki tam bu anda kullanılmak üzere sakladığı bir silah çıkarabilir ya da oradakilerden birinin üzerinden alabilirdi. Keams ile Doyle’da, normalde kemerlerine asılı olan, ama şu anda çıkarıp ceplerinde hazır tuttukları birer çift kelepçe bulunuyordu.


Dr. O’Brien, içinde kuvvetli dozda yatıştırıcıyla dolu bir şırınga bulunan büyük, siyah çantasını yanında getirmişti. Çantada, aynca bir tatsızlık çıkmasını, çıkarsa da muhtemel bir paniğin doğmasını önlemek için gerekebilecek başka şeyler de vardı: Kopçalı şeritlerle tutturulmuş kare biçimindeki kalın kahverengi deriden yapılma kocaman bir ağız tıkacı ve bir idam gömleği. Connolly boğuşmaya kalkarsa, başgardiyan onu engellemek için elinin altındaki birkaç araç arasında bir tercih yapabilecekti: Vurma, dövme, uyuşturma, ağız tıkacı kullanma ya da başından idam gömleğini geçirme. Otuz sekiz yaşındaki Henry Crichton, mahkûmdan on yaş daha küçüktü. Önceki sabah Famborough’daki müstakil evlerinin kapısında karısına öperek veda etmiş ve önce Liverpool trenine, sonra da Dublin vapuruna binmişti. İrlanda’ya daha önce hiç gelmemişti; İçişleri Bakanhğı’nda İrlanda masasında değil, hapishanelerle ilgili bir bölümde çalışıyordu. Çoğunlukla tuvalederden birinde kusmakla geçen, rahatsız edici bir gemi yolculuğu yapmıştı. Crichton midesi bulandı diye utanıyordu, oysa yanı başında kusan diğer kişiler onu ayıplayacak halde değillerdi. Bazıları, zamanlarını, gemi hoplayıp dururken sert siyah birayı yuvarlayıp, tuvalede bar arasında koşuşturarak geçirmişlerdi; bazen aynı anda hem kusup hem işiyor, aralarında dostça kü-fürleşiyorlardı. Crichton’un aklına, belki de denizin öte tarafında tanık olacağı olayın beklentisiyle, henüz Liverpool trenindeyken midesinin bulanmaya başladığı düşüncesi geldi. Bu göreve neden kendisinin seçildiği ve oraya varınca ne yapması gerektiği konusunda en ufak bir fikri yoktu. Ömrü boyunca topu topu üç ya da dört İrlandalı tanımış, hatta daha önce ağır hasta olan tek bir kişi dahi görmemişti. Acaba bana garezi olan bir amir yüzünden mi beni seçtiler, diye bir düşünce geçti akimdan. Çocuksu, masum görü-nüşünûn farkındaydı; Bakanlık taki bir amiri, kurşuna dizilen birini seyretmenin onu adam edeceğini düşünmüş olabilirdi.

Kıdemli idareciler içinde, sabah akşam, büro işlerinin kadtnsılığmdan yakınan bir sürü subay eskisi vardı. Hücrede dikilen Crichton, Connolly’nin ufak tefek biri olmasına şaşmıştı. Belki de adamın etkili bir konuşmacı ve militan bir işçi eylemcisi olarak kazandığı ünden farkına varmadan etkilendiği için, onu boylu poslu biri olarak hayal etmişti. Connolly’nin Edinburgh’un kenar mahallelerinden birinde, gösterişli bir fiziğe sahip olmasına izin vermeyen koşullarda büyüdüğünü bilmiyordu. Mahkûmun bitkin ve hastalıklı görünmesini doğal olarak korkuya bağlamıştı. Connolly’nin aslında korkudan değil (gerçi korkuyordu da), yeşil tulumunun içinde, Dublin’deki sokak çatışmasında aldığı yaralara yapıştırılan bandajlarla sanp sarmalandığı için böyle göründüğü aklının ucundan bile geçmiyordu. Adet olduğu üzere hücresinde masada oturmak yerine yatağına uzanmasının nedeni, pusu kuran bir askerin tüfeğinden çıkan merminin sol ayak bileğini paramparça etmiş olmasıydı. Mahkumların, ziyaretçilerini yatarak değil de oturarak karşılamaları eski bir gelenekti. Hapishane Müdürü YVılliam Martin geleneğe uymayan bu durumdan rahatsızdı: Connolly’nin idam ekibini yatakta karşılaması, bir partiye gelen misafirlerin ev sahiplerini yatakta bulmalan gibi ayıp kaçıyordu. Bu yüzden Keams ile Doyle’a, ayaklarını destek olsun diye masanın bacaklarına dolayıp, mahkûmu masaya oturtmalarını emretti; ama Connolly’nin dizleri tutmuyordu, az kalsın boylu boyunca taş döşemeye serilecekti. Mahkûm o sabah üç saat öncesine kadar ölüm hücresinin içini bile göımemişti; doktorların son birkaç günde, kurşuna dizilmeye hazır olması için canla başla onu tek parça haline getirmeye çalıştıkları Dublin Kalesi’ndeki hastanede yatmaktaydı. Zaten şimdiden, doktorların sıradan bir hastaya vermeyi akıllarına bile getirmeyecekleri dozda uyuşturucu almış durumdaydı. Bir an için ayağının kesilmesi ihtimalinden ve dolayısıyla idam mangasının karşısına küçük bir parçası eksik olarak çıkacağından korkulmuştu. Crichton’a bunlan anlatırken, hapishanede kesilen çeşitli organlarının yadigâr olarak yaşlı annesine gönderilmesini isteyen ve bunun üzerine hapishane yetkilileri tarafından firara teşebbüsle suçlanan yaşlı bir mahkûm hakkındaki espriyi tekrarlamadan edememişlerdi. IVîHiam Martin, hasta bir adamı yatağından kaldırıp kurşuna dizmeye götürerek dokunaklı bir efsane yaratmak da istemiyordu.

Kaldı ki ordu da, askeri mahkemenin Connolly’yi yatakta yargılamasının sıkıntısına katlanmak zorunda kalmıştı ve artık geleneğe uymayan hareketlerin olabildiğince azaltılmasını istiyordu. Connolly hâlâ akacak kanı varken kurşuna dizilmeliydi. Başgardiyan Francis Mather bir kâbus görmüştü. Kendisi, mahkûmu zamana karşı yarıştaymışçasına sürüklerken, Connolly’nin oraya buraya saçılan parçalarını da rüzgâr alıp götürüyordu. Mather durmadan yere eğilip, topladığı parçalan yeniden mahkûmun içine yerleştirmeye çalışırken, Connolly attığı her adımla biraz daha boşalıyor, avluya vardıklannda boş bir posta çuvalı gibi sallanıyordu. Geriye tek bir parçası kalmıştı; çuvalın yüreğe denk gelen yerindeki inip kalkan şişkinlik. Mather eliyle sıkıca burayı tutup, bu şişkinliğin tüfekler için yeterli bir hedef olacağını umarak, çuvalı hızlı hızlı duvara çivilemişd. Crichton, mahkûmun masasında iki boş çay bardağı arasına dizilmiş bir dizi kitabı, bir İncil ya da belki bir dua kitabı, kenarlan büklüm büklüm olmuş bir dizi broşür ve birkaç katın ciltli kitabı olduğunu gördü. Connolly’nin yazar olduğunu biliyor, son günlerini kendi yapıtlarını incelemekle geçirip geçirmediğini merak ediyordu. Crichton’un gözünde edebi bir kişilik izlenimi bırakmamıştı. O anda daha çok pazar gezmesine çıkmış, bodur bir yol işçisini andırıyordu; üzerindeki tulum buna pek uymasa da, daha yeni sabunla yıkanmış gibi görünen yüzü ve başıyla, kafatasının hemen dibinden kırpılmış siyah saçlarıyla, sertçe geriye taranmış Groucho Marx bıyıklarıyla tuhaf bir görünüm sunmaktaydı. Hücreye girenler bir yelpaze gibi açılarak kabaca iki grup oluşturdular; mahkûmun ayağa kalkıp onları selamlamasını beklercesine gözlerini Connolly’nin üstünden ayırmıyorlardı. Hazır bulunanlar içinde mahkûmu kişisel olarak tanıyabilecek kadar düşük, ama inisiyatif kullanabilecek kadar yüksek rütbeli tek yetkili olarak, mahkûma ilkin başgardiyanın hitap etmesi âdet olmuştu. Mather gözlerini, yatağa boylu boyunca uzanmış Connolly’ye dikti ve emir vermeyle hal hatır sorma arası bir ses tonuyla, “Tamam, Jim…” dedi. Connolly de dönüp Mather’a bakarak, “Tamam,” diye karşılık verdi.

Bir-iki laf daha etse, belli belirsiz İskoç aksa-nıyla karışık Kuzey İrlandalı aksanıyla konuştuğu anlaşılabilirdi. Crichton, Connolly’yi hücreden nasıl çıkaracaklarını merak ediyordu. İdam mahkûmlarının, yapabilecek durumda olsalar bile, ayağa kalkıp ölüme yürümelerinin beklenmediğini biliyordu. Connolly diğerleri gibi bir sandalyeye oturuyor olsaydı, YValsh ya da McGrath, Mather’ın işaretiyle sandalyeyi ansızın tekmeleyecek ve mahkûm düşmemek için kollarını açarken, diğer gardiyan ellerini yakalayıp kelepçeyi bileğine geçiriverecekti. Gerçi dikkat gerektiren, kolayca yüzlerine gözlerine bulaştırabilecekleri bir uygulamaydı bu, ama ölüm hücrelerinde yerleşmiş bir âdetti. Gardiyanların, ne kadar deneyimli olurlarsa olsunlar, o anda sinirlenmeleri büyük ihtimaldi; bu yüzden idam sabahı birbirlerini kobay olarak kullanarak, bu manevrayı birkaç defa prova etmek zorunda kalırlardı. Aslında, pratik açıdan bakıldığında mahkûmun sandalyesini tekmelemeye gerek yoktu, ama psikolojik açıdan, bir sonraki daha büyük şoka zemin hazırlayan bir şiddet gösterisi işlevini görüyordu. Mahkûmu bir çırpıda bir nesneye çeviren ve böylece o zamana kadar onunla senli benli bir yakınlık kurmuş gardiyanların mahkûmu ölüme götürmelerini kolaylaştıran, asıl işin başladığını gösteren simgesel bir hareketti. Sessiz sedasız peşlerinden gelmeyeceği varsayılan mahkûm, bu şekilde potansiyel olarak saldırgan, korkak ve işbirliğine yanaşmayan biri konumuna getiriliyordu. İçeri girdiğinizde umursamaz bir hareketle sandalyesinden kalkan ve kendi isteğiyle sizinle birlikte kapıdan çıkan bir adamın kurşuna dizilmesi de yakışıksız, hatta mide bulandırıcı bir şey olurdu herhalde. Üstelik böyle durumlarda mahkûmun havadan söz etmesi ya da çocuklarınızın sağlığını sorması gibi, katlanılması mümkün olmayan bir mizansenin ortaya çıkması ihtimali dahi söz konusuydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir