Algan Sezgintüredi – Katilin Uşağı

Kocamanlar, Hoşlar, Boşlar. Kurşun yağmurunun başlamasıyla Tefo’yu yere itip üzerine atladım. Otomatik silahların takırtıları, dehşetle aniden yüzleşivermenin şaşkınlığına karışan korkuyla yüklü canhıraş feryatlara katılır, her yan kana boyanırken dişlerimi sıkıp bedenimi can dostuma siper ettim… diye gidebilseydim keşke ama tanıyan tanıyor işte; o yüzden insan elinden çıkma sağanak başladığı anda Tefo’mun üzerine kapaklanmamda arkadaşıma canımı hiç düşünmeden feda edebileceğim iddiası veya kedileri kıskandıracak çevikliğim ya da destansı içgüdülerim başrolü oynadı diyemiyorum. Kendimi yazmak, dahası, yazarken vicdana kulak verip yalancı bahara kanan beyaz çiçekler misali açılmak, onca palavranın arasına ‘otobiyografik öğeler’ serpiştirmek, smokinle gidilmesi şart bir toplantıya kot pantolonla falan değil, doğrudan çırılçıplak dalıvermek gibi bir şeymiş meğer. Diyeceğim, şimdi burada tutup beni tanıyanların hemen uyanacağı bir yalan atsam, mesela çakal geçinmeye pek meraklı emektar kapıcımız Nuri ağabey evden çıkarken karşıma dikilir, ‘Oğğ, Vedatçığım, şu sayfada beyle beyle demişsin emme işin aslı…’ diye başlar, adım gibi biliyorum. Yaptı çünkü. Romanın özü tartışmasına girmeyi göze alıp zaten şu veya bu sebeple yüzde elli yalan yazdığımı söylemenin ağırlığı ve karşılığında alınacak bakışlar ayrı, matbu malzemeyle ilkokuldan sonra gazeteler ve bilumum şans oyunu dışında neredeyse hiç ilişki kurmamış birisine tanışlık sayesinde ve sırf benimki bile olsa sonuçta kitap okutmanın övüncünü ağız tadıyla yaşatmıyor bu durum, ona yanıyorum. Nuri ağabey kalkıp bunu yapabiliyorsa, hiç olmadık bir şey sallamaya kalktığımda ana-babadan tut, onca yakının neler düşünebileceğini, diyebileceğini ve dediğini varın, düşünün. Tefo’yu zaten saymıyorum. Neyse, derdim bana sonuçta; efendim, belirttiğim üzere, ateşin başlamasıyla Tefo’nun üzerine kapaklanmış ve yağan melanete gövdemi siper etmiştim. Sonrasında kısa süreliğine çevreden övgü alıp yan cebe atmadım değil, belirtmeden geçmeyeyim. Yani, aslında atmadığım ya da daha atamadan üzerime biniveren fedakâr kahraman yalanına ses çıkarmadan ortaklık ettim. Ama kim etmezdi? Hele, kırkına dayadığı merdivende debelenen oğluna bakmak cezasını sabırla çeken cefakâr annemin ‘kahraman evladım’ları ve onca yıldan sonra nihayet ufaktan baltaya saplık alametleri göstermemle homurdanmalarını bir nebze azaltmış babamın gözünde olumlu bir şeyler yapmışlığın getirdiği mutluluğun yanına beni eşinin başını belaya sokup duran haytanın teki gören Ayla’nın minnettarlığını katarsam, o-ho, diyordum, daha ne yalanlar sallayabilirdim. Hoş, yukarıda altını çizdiğim gibi, kısa sürdü. Taş çatlasa birkaç gün.


Ayrıca, sonunda önemsediğim herkese işin doğrusunu, yani kurşun yağmurunun başlamasıyla vurulan ve süzme bal misali her yanımdan, belki sırf günün birinde roman yazabileyim diye akan inanılması güç şansım sayesinde tam o sırada arkamdan geçtiği için maalesef (ve utanarak, çok şükür) bana kalkan görevi üstlenen garson kardeş Turgay Kıray’ın sırtıma şiddetle çarpması yüzünden Tefo’nun üzerine devrildiğimi anlattım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir