Jack Higgins – İnfaz Günü

Iç avluda birini öldürmek için hazırlık yapıyorlardı. Bu da günlerden pazartesi olduğu anlamına gelirdi, çünkü pazartesileri infaz günüydü. Hücrem binanın diğer tarafında olmasına karşın tüm olaya tanık olacak tutukluların bulunduğu hücrelerden gelen tedirgin seslerin artık ne anlama geldiğini biliyordum. Az sonra davullar çalacaktı ve bu da komutanın hoşuna gidiyordu. Derin bir sessizlikten sonra biri ateş diye bağırdı. Ardından da davullar yeniden çalmaya başladı. Öldürülen adamın cesedi infaz yerinden uzaklaştırılırken davullar sanki bir korteje eşlik ediyormuşçasına gümbürdüyordu. Hayatımda gördüğüm en kötü yer olan Skiathos’ta bile komutan tüm ayrıntılarla ilgilenmekten çok hoşlanırdı. Ege Denizindeki bir adadaki Türk kalesinde üç bin siyasi tutukluyla beni koruyacak dört yüz kişilik bir tabur vardı. Bir aydan beri buradaydım ve dört haftanın ne denli uzun olduğunu öğrenmiştim. Ayrıca diğer tutukluların mahkemeye bile çıkarılmadan iki yıl boyunca burada tutuklu olduklarını öğrendiğimde içinde bulunduğum durum daha da güçleşmişti. Avluya çıkarıldığımız bir gün, tutuklulardan biri bana bu adanın adının aslında Yunanca olduğunu ve verimsiz toprak anlamına geldiğini söyleyince doğrusu hiç şaşırmamıştım. Hücremdeki demir parmaklıkların arasından gördüğüm kara, sisli ve sıcak havada ufukta görünen bir toz lekesi gibiydi. Arasıra çok uzaklardan bir gemi geçerdi. Yunan Donanması buradan geçecek tüm gemilere belli bir mesafe bırakarak gitmeleri doğrultusunda bir talimat verdiğinden gemiler bir nokta gibi görünürdü.


Başımı iyice uzatıp sola çevirdiğimde kayaları, sağa çevirdiğimde de çalılarla kaplı boş araziyi görüyordum. Bunun dışında yerdeki saman yığınının üstünde yatmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Her şeyin birden değiştiği o mayıs sabahı da yine aynı şeyi yapıyordum. Öğle yemeğinin getirilmesi için daha üç saat olmasına karşın birden hiç beklenmedik bir şekilde kilitte bir anahtar döndü, kapı açıldı ve teğmenlerden biri içeri girdi. Ayağıyla hafifçe bana dokundu. «Ayağa kalksan iyi olur, dostum. Seni görmek isteyen biri var.» Beni görmek isteyen kişi içeri girerken yerimden bir ok gibi fırladım. Elli yaşlarında gösteren bu adam orta boylu, geniş omuzlu biriydi. Bembeyaz bıyıkları ve mavi gözleri vardı. Başına ince hasır bir şapka takmış, krem rengi takım elbise giymiş, eline de bir baston almıştı. Orduda üst subaylardan biri olmalıydı ya da bir zamanlar öyleydi. Ben zaten hayatımda hiçbir şeyden asla yüzde yüz emin olamam. Ayrıca insanın eski bir askeri tanıması zaman alırdı. Hazırol durumuna geçmek üzereyken gülümsedi.

«Rahat, binbaşı, rahat.» Yüzünü buruşturarak hücreye bir göz gezdirdi sonra da bastonuyla köşedeki çöp kutusunu karıştırdı. «Başına gerçekten de büyük bir bela açmışsın.» «Atina’daki İngiliz Elçiliğinden mi geliyorsunuz?» diye sordum. Hücrenin içindeki tek tabureyi aldı, tozunu sildi ve oturdu. «Atina’dakilerin sana bir yararı olmaz, Vaughan. Albaylar seni denemeye karar verinceye dek burada kök salacaksın. Bu konuyla ilgilenen kişilerle konuştum. Şansın varsa on beş yılla paçayı kurtarabileceğini söylüyorlar. Belki de yirmi.» «Çok teşekkür ederim. Doğrusu beni çok rahatlattınız.» Cebinden bir paket sigara çıkararak bana doğru fırlattı. «Ne bekliyordun ki? Ayaklanmalar için silah sağladın, boş kumsallara gece yarısı harekât düzenledin. Daha ne istiyorsun?» Başını iki yana salladı.

«Sen kimsin Tanrı aşkına? Yoksa şu soyları tükenen romantiklerden misin?» «Keşke öyle olabilseydim,» dedim. «Ama eğer buradan çıkabilirsem Lefkoşe’de beni bekleyen beş bin sterlini alabileceğim.» Başını salladı. «Anlıyorum.» Pencerenin yanındaki duvara yaslanarak ona baktım. «Siz kimsiniz?» «Adım Ferguson,» dedi. «Albay Harry Ferguson, Kraliyet Ulaşım Birliğinden.» Ferguson nedense İngiliz Ordusunun bu önemli bölümüne mensup birine hiç benzemiyordu. «Simon Vaughan,» dedim kendimi tanıtarak. «Ama bunu bildiğinizden eminim.» «Doğru,» diye karşılık verdi. «Az sonra seni ne denli iyi tanıdığımı kanıtlayacağım.» «Bundan eminim,» diye karşılık verdim alaycı bir sesle. «Pekâlâ,» dedi iki eliyle bastonunun topuzunu tutarak. «Akademide notların oldukça yüksekmiş, Kore’de teğmen olarak savaştın.

Bu iyi siciline karşın bir süre sonra Çin’de tutuklanarak bir yıl hapis yattın.» «Bravo.» «Dosyanda yazılanlara bakılırsa tutuklulara uygulanan beyin yıkama yöntemlerine var gücünle karşı çıkmışsın. Bununla birlikte, bu tür yöntemlere karşı çıkmana rağmen tartışmalarda Marksist diyalektiği kullanma eğilimi gösterdiğin de yazılı dosyanda.» «Eveet, eskilerin de dediği gibi,» dedim. «Yaşam, insanların peşinden koştuğu eylemler demetidir. Bu görüşe kimse karşı çıkamaz.» «Kore Savaşından sonra Savaş Bölümü için yazdığın Devrimci Savaşımlara Yeni Bir Görüş Açısı adlı kitabını çok beğendim. Kitap piyasaya çıktığı günlerde şimşekleri üstüne çekmişti. Mao’dan yaptığın alıntılar elbette bazı kişileri tedirgin etmişti ama görüşlerinde haklıydın.» «Genellikle hep haklı olurum,» dedim. «Bu oldukça tedirgin edici bir duygu. Nedense çok az insan gerçeği görebiliyor.» Ben sanki hiçbir şey söylememişim gibi o konuşmasını bıraktığı yerden sürdürdü. «Yazdığın bu kitap devrimci hareketler gibi yıkıcı güçlerle başa çıkma konusunda seni uzmanlaştıracak Ordunun Haberalma Servisine geçmene neden oldu.

Malaya’daki komünistler, Kenya’da altı ay boyunca Mau Mau’nun izini sürmen, sonra da Kıbrıs ve EOKA. Ayrıca sırtında bir de kurşun deliği var.» «Hiç de fena değil.» «Sonra da Borneo ve Endonezyalılarla savaş Oradaki isyancıları denetledin ve elde ettiğin büyük başarıdan da çok hoşnut oldun.» «Elbette,» diye karşılık verdim. «Hoşnut oldum, çünkü bizler de gerillaların istediği gibi dövüşmüştük. Aslında başka çıkış yolumuz yoktu.» «Çok haklısın ama şimdi de sıra en büyük trajediye geldi, 1963 Martına. Kota Baru ve çevresi komünist gerillalarla kuşatılmıştı. Sana oraya gidip bölgeyi komünistlerden kurtarman emredilmişti.» «Evet, ama bunu başaramadığımı kimse söyleyemez,» dedim acı bir sesle. «Gazeteler sana Selengar Canavarı adını takmışlardı, değil mi? Sorguya çekilen ve sonra da işkence edilen tutuklulara öldürme emrini veren adam, ha? Sanırım seni madalyaların kurtardı hem o günlerde, hem de hapse düştüğün sırada. Ama elbette psikiyatristlerin katkısını da unutmamalıyız. Hiç olmazsa işine son vermediler.» «Elimizden geleni yaptık işte.

» «Peki, daha sonra neler yapmışız, bir bakalım. Yemen ve Umman ordularında paralı askerlik. Sudan’da da aynı şeyi üç ay yapmışsın. Başına bir şey gelmediği için şanslısın. 1966 yılından bu yana da çoğu yasal olan silah tüccarlarının yanında çalıştın. Birçok tüccarın yanısıra Thwaite ve Simpson, Franz Baumann, Mackenzie Brown ve Julius Meyer ile çalıştın.» «Bunda bir terslik yok ki, bunlar son derece doğal. İngiltere hükümeti silah imalatı ve satışından yılda milyonlarca sterlin kazanıyor.» «Doğru ama onlar silahları gece yansı bir başka ülkeye kaçırıp düşman hükümetlere satmaya çalışmıyorlar.» «Saçmalama!» dedim. «Onlar yıllardan beri bunu yapıyor.» Güldü ve eliyle dizine vurdu. «Lanet olsun, Vaughan ama senden hoşlandım. Gerçekten hoşlandım.» «Ne, Selengar Canavarından mı?» «Hiçbir şeyden haberim olmadığını mı sanıyorsun benim? Yapma Tanrı aşkına.

Orada neler olup bittiğini çok iyi biliyorum ben. Hem de gerçekten nelerin olup bittiğini. Sana Kota Baru’daki son teröristi de öldürmen emredilmişti, sen de sana söyleneni yerine getirdin. Belki biraz acımasızca yaptın tüm bunları ama yine de görev görevdir. Amirlerin derin bir soluk aldıktan sonra da seni kurtlara yem yapmak istediler.» «Beni görevimi yerine getirmenin verdiği o mutluluk duygusuyla baş başa bırakarak.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir