Jack Higgins – Kartal Süzülürken

Köşede, gösterişli bir mozolenin üzerinde kollarını açmış bir Ölüm Meleği vardı. Bunu çok iyi anımsıyorum, çünkü birisi org çalıyor ve renkli camdan içeri gün ışığı süzülüyordu. Çevresindeki binalar gibi Viktorya tarzında inşa edilmiş olan bu kilise fazla eski değildi. St. Martin Meydanı. Bir zamanlar iyi bir semtmiş. Şimdi ise fazla gelişmemiş, bakımsız, ama yine de bir kadının gece yarısı tek başına köşedeki dükkâna güvenli olarak gidebildiği bir yerdi. On üç numaralı daire zemin katındaydı. Yardımcım burayı benim için altı aylığına Slew York’a giden bir kuzeninden ödünç almıştı. Eski moda, rahat bir daireydi ve bana çok uygundu. Yeni bir romanı bitirmek üzere olduğum için sık sık British Museum’ daki Okuma Salonu’na gitmem gerekiyordu. Ama o kasım akşamı müthiş bir yağmur vardı, saat altı sularında demir kapıdan geçip Gotik anıtların bulunduğu ormana giden yolu izlemeye koyuldum. Şemsiyem olmasına karşın, trençkotumun omuzları sırılsıklamdı, ama beni hiç rahatsız etmiyordu. Yağmuru, kış karanlığına açılan ıslak sokakları ve bunun insanda uyandırdığı garip özgürlük duygusunu hep sevmişimdir. Ayrıca o gün çalışmalarım çok iyi gitmiş, kitabımın sonu artık iyice ortaya çıkmıştı.


Ölüm Meleği ve mozolenin bronz kapısında d Bu kadarı yeterliydi. Koluna girip, «Pekâlâ, siz iyice üşütüp hasta olmadan şu kahrolası yağmurdan kaçalım, evime gidince her şeyi anlatırsınız,», dedim. Ev sahibim daireyi maun mobilyalar, kırmızı kadife perdeler ve kuş desenli duvar kâğıtlarıyla eski Viktorya tarzında dekore etmişti. Buradaki tek modern araç merkezi ısıtma sistemiydi. Genç kadın, «Hoş bir yer,» deyip bana dönünce onun sandığımdan da ufak tefek olduğunu farkettim. Acemi bir tavırla sağ elini uzattı, öbür eliyle de evrak çantasını tutuyordu. «Adım Cohen,» dedi. «Ruth Cohen.» «Yağmurluğunuzu alıp radyatörün önüne koyayım.» «Teşekkür ederim.» Tek eliyle beceriksizce yağmurluğunun kemerini çözmeye çalışınca gülerek çantayı ondan aldım. «İzin verin.» Çantayı masanın üzerine koyarken üzerinde onun başharflerinin olduğunu gördüm. Harflerin yanında bir de doktorluk payesi vardı. «Doktor musunuz?» Yağmurluğunu çıkarırken hafifçe gülümsedi.

«Harvard’da modern tarih doktoruyum.» «Çok ilginç,» dedim. «Ben gidip çay yapayım, yoksa kahveyi mi yeğlerdiniz?» Yine gülümsedi. «Altı aydır Londra Üniversitesi’nde çalışıyorum, Bay Higgins. Bu yüzden çayı yeğlerim.» Mutfağa gidip çaydanlığı ocağa koydum ve bir tepsi hazırlamaya başladım. Bu arada tam bir sigara yakmıştım ki, onun kollarını kavuşturmuş, kapıda durduğunu gördüm. «Doktora teziniz ne hakkındaydı?» «İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler yönetimindeki Nazi Almanyası’nın durumu.» «İlginç. Cohen… Yahudi misiniz?» Çayla ilgilenmek için döndüm. «Babam Alman Yahudisiydi. Auschwitz’deki toplama kampından kurtulup Amerika’ya gitmeyi başarmış, ama ben doğduktan bir yıl sonra öldü.» Aklıma o alışılagelmiş sözleri söylemekten başka bir şey gelmedi. «Çok üzüldüm.» Bir an için boş gözlerle bakıp yine oturma odasına döndü.

Ben de tepsiyle onun ardından gidip elimdekileri şöminenin yanındaki sehpanın üzerine koydum ve karşılıklı oturduk. Fincanları doldururken, «Demek Hitler yönetimindeki Nazi Almanyası’yla bu yüzden ilgileniyorsunuz,» dedim. Kaşlarını çatarak ona uzattığım çay fincanını aldı. «Ben yalnızca bir tarihçiyim. Bunun babamla hiçbir ilgisi yok. Benim asıl ilgi alanım Abwehr, Alman Askeri Haberalma Örgütü. Onların neden hem iyi hem de kötü oldukları.» «Amiral Wilhelm Canaris ve onun neşeli adamları mı?» Omuzlarımı silktim. «Bence o bu işe hiç de gönüllü değildi, ama SS Örgütü onu ’45 Nisanında Flossenburg’daki toplama kampında astığı için bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.» «Beni size getiren de bu oldu zaten. Bir de sizin Kartal Kondu adındaki kitabınız.» «O bir roman, Dr. Cohen,» dedim. «Bütünüyle kurgu.» «En azından yüzde ellisi tarihi gerçeklere dayanıyor, bunu kitabın başında siz de belirtmişsiniz zaten.

» Ellerini dizlerinin üzerine koyup öne doğru eğildi. «Pekâlâ, tam olarak nereye varmak istiyorsunuz?» diye yumuşak bir sesle sordum. «Bu olayı ilk olarak nasıl bulduğunuzu anımsıyor musunuz? Sizi bu işe iten şeyi?» «Elbette,» dedim. «Steinerve adamlarının Studley Constable köyünde gömülü oldukları kilise bahçesindeki mezar taşı.» «O mezar taşında yazılı olanları anımsıyor musunuz?» «Hier ruhen Obersleutnant Kurt Steiner und 13 Deutsche Fallschirmjâger gefallen am 6 November 1943.» «Doğru,» dedi. «Burada 6 Kasım 1943 tarihindeki harekâtta ölen Yarbay Kurt Steiner ve 13 Alman paraşütçüsü yatıyor.» «Sözü nereye getirmek istiyorsunuz?» «On üç artı bir on dört eder, ancak o mezarda on dört ceset yok. Yalnızca on üç ceset var.» Kuşkulu gözlerle ona baktım. «Siz bunu nerden biliyorsunuz?» «Çünkü Bay Higgins, Kurt Steiner o gece Meltham Malikânesi’nin terasında ölmedi.» Evrak çantasına uzandı, çarçabuk açıp içinden kahverengi bir dosya çıkardı. «Kanıtı da burada.» Bunu duyunca bir kadeh Bushmills viskisi içmek şart oldu. Hemen kendime bir kadeh doldurup, «Pekâlâ, dosyadakileri görebilir miyim?» diye sordum.

«Elbette, zaten ben bunun için buradayım, ama önce bazı şeyleri açıklamama izin verin. Abwehr’in İkinci Dünya Savaşı sırasındaki çalışmalarıyla ilgili incelemeler sık sık SOE denilen Özel Harekât Birliği’nin yaptığı işlere değiniyor. Bu birlik 1940’da Churchill’in emriyle Avrupa’daki yeraltı hareketlerini ve direnişi düzenlemesi için İngiliz Haberalma Örgütü tarafından kurulmuştu.» «Yani Avrupa’yı ateşe vermek için kurulmuştu,» dedim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir