John Hart – Tanrı Küçük Günahları Affeder

Asfalt, ülkeyi kara bir yara izi gibi kesiyordu. Hava henüz ısmmamıştı ama şoför sıcaklığın giderek artacağını, ilerideki maviliğe doğru yolu bulanıklaştıracağını biliyordu. Güneş gözlüğünü ayarladı ve dikiz aynasından arkaya baktı. Bu aynadan otobüsün uzunluğunu ve içindeki bütün yolcuları görebiliyordu: Güzel kızları, kalbi kırık erkekleri, sarhoşları ve delileri, kırmızı buruş buruş çocukları olan iri göğüslü kadınları… Şoför belanın kokusunu bir kilometre öteden alabilir, kimin iyi olduğunu kimin ise bir şeylerden kaçtığını anlayabilirdi. Şoför, çocuğa baktı. Çocuk kaçanlara benziyordu. Burnunun derisi soyuluyordu ama bronzlaşmış cildinin altından uykusuzluğun, yetersiz beslenmenin ya da her ikisinin birden sebep olduğu solgunluğu görebiliyordu. Çene kemikleri sert çıkıntı yapıyor, derisi gerildikçe geriliyordu. Siyah saçları olan onlu yaşlardaki genç bir çocuktu. Saçları, sanki kendisi kesmiş gibi karmaşık ve şekilsizdi. Gömleğinin yakası ve kot pantolonunun dizleri yıpranmış görünüyordu. Ayakkabıları henüz öyle değilse bile parçalanmaya yakındı. Kucağında mavi bir sırt çantası vardı ve bir zamanlar içinde ne varsa, geriye pek fazlası kalmamıştı. Güzel bir çocuktu fakat şoförün asıl dikkatini çeken gözleriydi. Etrafındaki insanların varlığından aşırı derecede haberdarmış gibi sürekli hareket eden simsiyah, iri gözler… Kuzey Carolina’nın kum tepelerinde güneşli bir gün, külüstür bir otobüsün içinde yolculuk eden bir dolu insan… Üç beş gezgin işçi, bir zamanlar orduda hizmet etmiş gibi görünen birkaç kavgacı tip, bir iki aile, birkaç ihtiyar ve arka tarafta takılan bir çift dövmeli genç.


Çocuğun gözleri en çok sıranın çaprazındaki yağlı saçlı, kırışık bir takım elbise ve eskimiş ayakkabı giyen satış elemanı kılıklı adama kayıyordu. Bir de elinde yıpranmış bir İncil ve bacaklarının arasında da gazlı içecek tutan bir siyahi vardı. O da sürekli olarak çocukla göz göze geliyordu. Çocuğun arkasında yamalı bir elbise giyen yaşlı bir kadın vardı. Soru sormak için öne eğildiğinde çocuk başını iki yana sallayıp dikkatle cevap verdi. Hayır, hanımefendi. Çocuğun sözleri duman etkisi yaptı, yaşlı kadın kendini geri çekip kalın, mavi damarlı parmaklarıyla gözlüğünün zincirlerine dokundu. Camdan dışarı doğru bakmaya başladı. Gözlerinin içi parlıyordu, ta ki yolun kenarında dizili çam ağaçlan otobüs ilerledikçe gözlüğünün camına gölge düşü-rünceye dek. Aynı parçalı görüntü otobüsü de doldurunca şoför kınşık takım elbiseli adama baktı. Soluk cildi, akşamdan kalma teri, alışılmadık derecede ufak gözleri vardı ve şoförün sinirine dokunacak kadar da gergin hareketler sergiliyordu. Bacak bacak üstüne atıp sonra ayaklannı indiriyor, öne eğilip sonra gerisin geriye yaslanıyordu. Parmaklarıyla dizlerinin üzerine vuruyor, bakışları çocuğa kayınca da sık sık yutkunuyordu. Sonra bakışlarını kaçırıyor, amaçsızca başkalarının üzerinde gezdiriyor, sonra yeniden ona çeviriyordu. Şoförün yorgun bir hali vardı fakat yine de otobüsünde işlerin yolunda gitmemesi durumunda sesini çıkarmayacak birine benzemiyordu.

Alkoliklere, uçarılık yapıp yüksek sesle konuşanlara tahammülü yok gibi görünüyordu. Elli yıl önce doğduğunda hangi özellikle donatılmışsa o şekildeydi ve bunu değiştirmek için bir sebep göremiyordu. Bu yüzden gözlerini çocuğun ve garip hareketli adamın üzerinden ayırmıyordu. Adam çocuğu izliyordu, bu yüzden de bıçak ortaya çıktığında yağlı koltuğa iyice gömüldü. Çocuk bıçağı eline sıradan bir şeymiş gibi almıştı. Cebinden çıkartıp başparmağının tek bir hareketiyle açtı. Bir müddet elinde tuttuktan sonra çantasından çıkarttığı elmadan düzgün bir dilim koparttı. Elmanın hoş aroması, seyahat kokan koltuklara ve kirli zemine rağmen havayı doldurdu. Keskin mazot kokusu içinde bile şoför bu kokuyu almıştı. Çocuk adamın geniş gözlerine, yağlı, bembeyaz kesilmiş yüzüne baktı, sonra bıçağı katlayıp cebine koydu. Rahatlayan şoför uzun dakikalar boyunca dikkatini başka bir yöne vermeden yolu izledi. Çocuğun bir yerlerden tanıdık geldiğini düşünüyordu fakat bu his zamanla uçup gitti. Otuz yıl… Ağır kalçasını koltuğun daha derinine yerleştirmişti. Evden kaçan pek çok çocuk gördüğünü hatırladı. ve aynadaki geniş kavise rağmen bunu anlayabiliyordu.

Bu otobüsteki üçüncü seyahatiydi. Her seferinde farklı bir koltuğa oturuyor, üzerinde farklı bir kıyafet oluyordu, fakat elbet bir gün biri çıkıp okul günü sabahın yedisinde eyaletler arası bu otobüste ne aradığını soracaktı. Bu sorunun şoförden geleceğini tahmin etmişti. Ancak henüz böyle bir soruyla da karşılaşmamıştı. Çocuk pencereye dönüp omzuyla öyle bir açı yaptı ki kimseyle konuşmak istemezmiş gibi bir hale büründü. Camdaki yansımaları, yüzleri ve hareketleri izliyordu. Upuzun ağaçlan ve karlı görüntülerini hayal etti. Bıçak cebinde ağırlık yapıyordu. Kırk dakika sonra otobüs çam ağaçlarıyla çevrili, tozlu bir arazi üzerine kurulmuş tek odalı benzin istasyonunda durdu. Çocuk dar koridordan geçip basamaktan aşağı atlayarak indi. Şoföre burada kamyon sürücüleri dışında kimsenin durmadığını ve on üç yaşında bir çocuğu almaya gelmiş gibi görünen herhangi bir yetişkinin de gözüne çarpmadığını söylemesine fırsat vermedi. Çocuk başını öne eğdi, güneş ensesini yakıyordu adeta. Sırt çantasını omzuna astığında motor çalıştı ve otobüs güneye doğru ilerlemeye devam etti. Benzin istasyonunda iki pompa, uzun bir tezgah ve her tarafı motor yağıyla kaplı zayıf, yaşlı bir adam vardı. Sıcağın altına çıkmadan camın öteki tarafından başıyla selam verdi.

Gölgedeki otomat o kadar eskiydi ki gazlı içecek için sadece elli sent istiyordu. Çocuk cebinden beş tane onluğu çıkartıp makineye attı, kapağını açıp buz gibi üzümlü sodayı kafasına dikti. Şişenin kapağını kapattıktan sonra otobüsün geldiği yöne doğru, yılan gibi kıvrılan yolda yürümeye başladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir