John Verdon – Dave Gurney #3 – Şeytanı Uyandırma

Kadın durdurulmalıydı. İmalar işe yaramamıştı. Tatlı dille yapılan ikazlar dikkate alınmamıştı. Daha sert girişimlerde bulunulmalı, çarpıcı, yanlış anlaşılması imkansız bir şey yapılmalı, böylece durum net biçimde açıklanmalıydı. Açıklamanın tam istenildiği biçimde anlaşılması hayati derecede önemliydi. Kuşkuya, sorulara yer bırakılmamalıydı. Polisin, medyanın ve bu acemi işgüzarın mesajı mutlaka anlamaları, önemini kavramaları sağlanmalıydı. Önündeki sarı deftere düşünceli bir tavırla bakıp ardından yazmaya koyuldu. Derhal tasarladığınız projenizden vazgeçmeniz gerek. Yapmayı planladığınız şeye karşı hoşgörüyle yaklaşılması imkansız. Projeniz dünyanın en zarar verici insanlarını yüceltmektedir. Suçluları göklere çıkartmak suretiyle benim adaleti sağlama çabalarım alaya alınmaktadır. Utanç verici aşağılık kişiler bu projeyle hak etmedikleri sempatiyi kazanmaktadırlar. Buna izin verilemez. Buna izin vermeyeceğim.


Başarıya ulaşmamın sağladığı huzurla on yıldır uyuyordum. Dünyaya verdiğim mesajın, sağladığım adaletin huzuruyla doluydum. Beni yeniden harekete geçmeye zorlama. Bedeli çok ağır olur. Yazdıklarını yeniden okudu. Sonra başını yavaşça iki yana salladı. Üslubu beğenmedi. Sayfayı yırtıp sandalyesinin yanındaki kağıt parçalayıcıya yerleştirdi. Sonra da boş sayfaya yeniden yazmaya koyuldu: Yaptığın işe son ver. Derhal vazgeç. Aksi takdirde yeniden kan dökülecek. Hem de çok daha fazla. Seni uyarıyorum. Huzurumu bozma. Bu daha iyi olmuştu.

Ama yine de istediği gibi değildi. Üzerinde çalışması gerekiyordu. Söylemek istediğini biraz daha netleştirip, üslubu sertleştirmeliydi. Kuşkuya yer bırakmadan. Kusursuz hale getirerek. Ve bunun için çok az zamanı vardı. Bahar Kapılar açıktı. Dave Gurney durduğu kahvaltı masasının yanından baktığında kalan son kar birikintilerini görebiliyordu. Buzulları andıran kar birikintileri iyice küçülmüş, çevrelerini kuşatan ağaçların arasında yer yer göze çarpar olmuşlardı. Eriyen karlarla yeniden ortaya çıkan toprak mis gibi kokuyor, yazdan kalan yabani otların büyük çiftlik evinin mutfağına kadar yaklaştığı daha net biçimde görülüyordu. Doğanın uyanışının kokusu eskiden üzerinde mucizevi bir etki yaratırdı. Ama şimdi neredeyse hiç etkilenmedi. Hatta hoşuna bile gitmemişti. Güzeldi elbette ama önemsizdi. “Dışarı çıkmalısın,” diye seslendi Madeleine mısır gevreği kasesini lavaboda yıkarken.

“Dışarı, güneşe çıksana. Hava harika.” “Evet, görüyorum,” dedi ama kıpırdamadı. “Kahveni dışarıda iç,” dedi karısı kaseyi kuruması için evye-ye koyarken. “Güneşten de faydalanırsın hem.” “Hmm.” Başını anlamsızca sallayarak elindeki fincandan bir yudum aldı. “Bu her zamanki kahve mi?” “Neden? Kötü mü?” “Kötü demedim ki.” “Evet, aynı kahve.” Gurney iç çekti. “Galiba grip olacağım. Birkaç gündür hiçbir şeyden tat alamıyorum.” Madeleine ellerini evyenin kenarına yaslayıp ona bakarak, “Daha fazla dışarı çıkman gerek,” dedi. “Uğraşacak bir şeyler bulmalısın kendine.” “Doğru.

” “Ben ciddiyim. Bütün zamanını evde dört duvar arasında geçirmemelisin. Hasta olursun. Zaten oluyorsun da. Elbette hiçbir şeyin tadı eskisi gibi olmaz. Connie Clark’ı aradın mı?” “Arayacağım.” “Ne zaman?” “Aramak istediğimde.” Bu isteğin yakın zamanda geleceğini de sanmıyordu. Son günlerde hep böyleydi. Aslında altı aydan beri böyleydi. Son derece tuhaf bir cinayet vakası olan Jillian Perry cinayetinin çözülme aşamasında yaralanınca sanki normal yaşamdan elini eteğini bütünüyle çekmişti. Günlük vazifelerini, planlamalarını, insanlarla ilişkilerini, telefon görüşmelerini, her türden sorumluluklarını bir kenara bırakmış gibiydi. Geldiği noktada ajandasında bir sonraki sayfanın boş olması en çok tercih ettiği şeylerin başında gelir olmuştu. Ne bir randevu ne de söz veriyordu. Bu içine kapanıklığı da özgürlükle eşdeğer görüyordu.

Diğer yandan bu ruh halinin hiç de iyi olmadığını görebilecek bir tarafsızlığa da sahipti. Çünkü böylesi bir özgürlükle huzur bulamayacağının bilincindeydi. Bu baskın ruh hali huzur vermek bir tarafa, tahammül etmeyi bile son derece zorlaştırıyordu. Yaşam biçiminin bozulup, her şeyden elini ayağını çekmesine neyin neden olduğunu biliyordu elbette. En azından yaşadıklarının nelere sebebiyet verdiğinin listesini yapabilecek durumdaydı. Ve bu listenin başında da komadan çıktığından beri devam eden kulak çınlaması vardı. Büyük bir olasılıkla çınlama komadan çıktığında değil ondan iki hafta önce, kendisine, küçücük bir odada, son derece yakın bir mesafeden üç el ateş edilmesinden sonra başlamıştı. Kulaklarındaki bu inatçı sesin (kulak, burun, boğaz uzmanları bunun aslında bir ses olmadığım, daha ziyade beynin yanlış bir şekilde ses olarak algıladığı sinirsel bir anomaliden kaynaklandığını izah etmişlerdi) tarifi çok zordu. Yüksek perdeden, alçak sesli, sürekli devam eden müzikal bir nota gibiydi. Bu rahatsızlığa daha ziyade rock müzisyenleriyle savaş gazilerinde rastlandırdı. Anatomik açıdan sebepleri kesin bir şekilde tanımlanamayan, zaman zaman hafiflese de bütünüyle tedavisi bulunmayan bir rahatsızlıktı bu. “Açık konuşmak gerekirse, Dedektif Gurney,” demişti doktor. “Yaşadığınız travma ve sonrasındaki koma haliniz düşünüldüğünde kulaklarınızdaki bu hafif çınlama dışında başka bir arıza kalmadığına sevinmeniz lazım.” Buna Dave de karşı çıkamazdı elbette. Ama bunu bilmek çevrede en ufak bir ses bile yokken kulağının çınlamasının neden olduğu rahatsızlığı gidermiyordu.

Özellikle geceleri büyük sorun oluyordu. Gündüzleri, en fazla yan odada tıslayan bir çaydanlığın sesini andıran çınlama sinsice bekleyip gecenin sessizliğinde beynini kemiriyordu. Sonra rüyalar vardı bir de. Hafızasında hastane günlerinin canlandığı kabuslar. Kollarını kıpırdatamadığını, nefes almakta zorluk çektiğini gördüğü bu kabusların etkisi uyandıktan sonra bile uzun süre devam ediyordu. İsabet eden ilk kurşunun parçaladığı sağ bileğinin üst kısmında hâlâ hissiz bir bölge vardı. Burayı sık sık kontrol eder, hatta bazen saat başı dokunur, her seferinde bu hissizliğin biraz olsun azalmasını umut ederdi. Bazen de tam tersi olur, karamsar günlerinde, biraz da korkarak, hissizliğin yayılıp yayılmadığını kontrol etme ihtiyacı duyardı. İkinci kurşunun isabet ettiği midesinin yan tarafına da durup dururken ani, şiddetli sancıların saplandığı oluyordu. Ayrıca kafatasını yaran üçüncü kurşunun isabet ettiği alnının üst kısmında hiç bitmeyen kaşıntı misali, sürekli bir sızlama hissediyordu. Belki de bu derece ağır yaralanmanın en rahatsız edici yan etkisiyse kendisini sürekli silah taşımak zorunda hissetmesiydi. Görevdeyken, talimatlar öyle gerektirdiği için silah taşımıştı elbette. Ancak polislerin çoğunun aksine silahlara düşkün biri değildi. Yirmi beş yıllık hizmetinin ardından da dedektif rozetini bırakmış, bir daha da silah taşıma gereksinimi duymamıştı. Vuruluncaya dek.

Ama şimdi, her sabah giyindikten sonra kaçınılmaz olarak adeta en gerekli aksesuarıymışçasına ayak bileğindeki kılıfa 32’Iik bir Beretta yerleştirmeden yapamıyordu. Bir taraftan da böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor olmaktan nefret ediyordu. Kişiliğinde bu tür bir değişiklik gerçekleşmiş olmasından bir hayli rahatsızdı. Bu ihtiyacın zaman içinde yavaş yavaş geçmesini umuyordu ama şimdiye dek böyle bir şey olmamıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir