Öcal Kemal Evren – Erdoğan Yiğit Kısmetse

Soğuk olanca hırsıyla yüklenmişti Ankara’nın sırtına, tecavüz eder gibi hoyratlığı… Kış boyu taşıdığı çöl monotonluğundaki bulutlar bile yetmiyordu, sinirini alamıyordu bir türlü. Şubat ortaları olmasına rağmen hâlâ ilk günkü delikanlı cakasıyla gezinmekteydi, Ankara sokaklarında bir poyraz bir karayel… Hatta mavi örtüye hiçbir gri lekenin düşmediği günlerde dahi mahşerî bir palto, gocuk, kaban, mont kalabalığı; üstelik evecen… İşte bu noktada beliriyor insanoğlunun ne biçim bir yaratık olduğu; bin türlü yaratık gizlenmiş inine, bir o dışarıda, herhangi bir koşuşturmanın içinde. Onu bu koşuşturmaya sokan da kendisi aslında. Derede su dalda yemiş yetmez olmuş bilmem kaç yüzyıldan bu yana. Ankara’da yaşayanlar da uymuştu bu düzene doğal olarak. Cumartesi günü insan ağırlığı Kızılay’ı ezmekte, evecen bir palto, gocuk, kaban, mont kalabalığı ortalarda, sorsan mutlaka bir amacı gerçekleştirmek adına, kasten gezinmekteydi. Yağan kar tutmaya niyetlenmiş, sevindirmiş ama vazgeçmişti şımarıkça. Onun bu kaprisi, hevesleri kursakta bırakmıştı. Arabaların girebildiği bir sokaktı daha o zamanlar Konur Sokak. Yoktu bu kafeler; kahveler vardı. Okey döndürülen, king oynanan, şifresiz kanaldan maç izlenen kahvelerdi bunlar. Derse girilmezdi. Kolaydı matematik. Fizik, kimya olsa neyse… Matematik, Türkçe saatleri okey oynanacak ideal saatlerdi. Asılmıştı dershane, hemen altta marketten yarım ekmeğe kaşar, yanında kola… Sonra kahveye.


Şakır şakır okey sesi kulaklarında hâlâ, sıcak bir mekândan çıkmıştı sanki. Soğuk belki de bu yüzden tanımamış; yabancıymış gibi çarpıyordu suratına. Düşmancaydı hâli, tavrı… Yok yok. Bir an çıkaramamış. Yoksa iyidir araları… Hanidir bekler gibiydi. Vücudu yeni gelmişti ama aklı çoktandır oradaydı. Elleri kot pantolonun içinde, eldivensiz, üstünde kot mont, içi yünlü, bağrı boğazı teslim ayaza, atkısız, ayaklarında botları… Botlar sağlam yalnız; taş gibiler. Ayakları ile kazıyor yerleri. Genç bir kalabalık; acar, diri ve dağınık… Bazen tanıdık birilerini görüyor, tutan yerlerden sulu kartopları atılıyor karşılıklı. Kızların çığlıkları yükseliyor, sulu ve soğuk şakalar, kızdırıyor onları. Ellerinin üstü yanıyor. Soğuk yapar bunu; ellerini kurutur. Yara olur ellerinin üstü. Genç daha 17 yaşında. Yüzü hep böyle ama… Duyumsuyor kalp atışlarını, heyecanını… Dışarı çıkmaya ne kadar çabalasa da birileri tutuyor onu.

Lazımsın daha diyorlar, kollarına girip oturtuyorlar yerine. Derya’yı bekliyor. Derya erkek. Saçları ok gibi dik, yüzü 17 yaş sivilcelerinin baskınına uğramış. Küçük ağızlı, dar omuzlu bir erkek; erkek çocuğu daha doğrusu… Uzuyor; ölüm gibi uzuyor dakikalar. Çaresizlik sonra ölüm gibi mukadderat! Bekleyeceksin, zorunlu geçecek dakikalar. Mutlu bir an veya istenmeyen o an için gerekli zaman. Küt diye yaşıyorsan eğer geçer, biter, hatta yetmez. Planlıyorsan ince ince geçmez, hep fazladır. Soğuğun bombardımanı altında zil çalıyor nihayet bir çeyrek saat sonra, bütün sesleri bastırıyor… bir an suskunluk, kapıya yöneliyor insanlar bu ilk şaşkınlığı attıktan sonra… Biraz bekledikten sonra geliyor aklına… Aslında Derya ile kalabalık olur görüşemeyiz diye, aşağıda Mülkiyelilerin köşede, elektrik direğinin dibinde buluşacaklardı. Panikliyor. Hızlı adımlarla ilerliyor. Kalbi dışarı çıkacak. Duymak istemiyor, görmek istemiyor Derya’yı. Vereceği haberleri duymuş önceden, canı sıkılıyor.

Biliyor olacakları. Biliyor da, niye gidiyor? Görüyor Derya’yı 10-15 adım kala. Gülüyor Derya. Yoksa diyor içinden, vallaha mı? Fakat nasıl soğuk! Niye bu kadar soğuk? Uyandı. Panikledi bir an. Derya dedi, arandı gözleriyle. Yoktu Derya. Kaybetmişti Derya’yı; arkadaşlıkları kesilmişti 20-21 sene evvel ama üzgün değildi. İçi burkuldu. Kalkıp masanın gözünü açacaktı, vazgeçti. Sigara, dedi içinden. Hemen yanındaydı sigara, yatağın içinde. Küllük ve çakmak ona eşlik ediyor… Demek koyun koyuna yatmışlardı! Yaktı sigarayı, ısınır gibi oldu bir an… Üşümüş olduğuma şaşmamalı; yorgan aşağıda, kıçım bana ekli. Donmuş doğal olarak… Sekizi devirdik yine. Yok daha geçtir kesin.

Öğleni bulduk… Allah kahretsin. Ne olacak böyle? Arandı, saatini buldu, baktı. Saat on buçuğu gösteriyordu. Vardı birkaç dakika daha ama ne fark eder. On buçuk işte. Bağıra bağıra bir on buçuk. Duruşma var mıydı? Zorladı, hatırlayamadı. Hemen telefona sarıldı, sekreterini aradı. Alkolün, yorgunluğun ve sigaranın sesine yaptığı zulme rağmen konuşmaya çalıştı. Yokmuş Allah’tan duruşma ve… Rezillikten kurtulmuştu bir kez daha… Daha dikkatli olmalıydı. Hatta saat üçe kadar işi de yokmuş. Saat üçte bir boşanma davası vardı, onun için gelecekti bilmem kim bey. Onunla görüşecekti. Gitmeli, Bahattin’i bulmalı. Gevezelik yapmalı.

Gardaşım Bahattin. Delikanlı adam; Bahattin. Onat, çalışkan, dengeli, huzurlu… Her kahrımı çekti bu çocuk. Okulda kopya verirdi. Şimdi de müvekkil gönderiyor. Kendine çok geliyor herhâlde. Önce banyo yapmalı ama… Tıraş olmalı, kahvaltı adına bir şey yenmeli. Yok be kahvaltı, gider Bahattin’in orada yerim bir şeyler. Çay da yapar Nurcan. Nurcan? Güzel kız, güzel kız olmasına da, Bahattin’in sekreteri oğlum, iş çıkarma başına, tut biraz kendini! Valla topa tutar seni Baha. Kafanı keser. Önce banyo, önce banyo… Banyoya giderken düşünüyordu, hatırlamaya çalışıyordu. acaba bu cuma akşamı, cumartesi ve pazar neler yapmıştı? Parça parça geliyordu aklına. Cuma akşamı bir arkadaşını ayartmış bara gitmişlerdi. Cumartesi otelde uyanmıştı.

Yanında o kız vardı. Evet oydu. Adı neydi? Nurlu bir şey ama… Haa evet Nurcan. Demek sabah sabah Nurcan oradan geldi aklına. Kesin gerçek adı başkadır. Başkadır ama ne? Hem bana ne! Cumartesi öğleden sonraydı. Kız fırladı gitti, kuaförde randevusu varmış. Ahmet’e bakındı o da çıkmıştı, erkenden gitmiş. Otel paralarını da ödemiş. Aslanım benim. Ne yapmalı? Cumartesi bu, cumartesi akşamı… Ahmet’i mi arasam, diye düşündü ama çabuk vazgeçti. Evliydi Ahmet. Yenge doğrardı ikisini de. İki gece üst üste olmaz. Baha? E, Baha düzenli çocuk sevmez böyle işleri.

Hem gelse de bir sürü eleştirir, neşe bozar, kursağına dizerdi. Tek takılmalı bu akşam. Nicedir merak ettiği bir mekân vardı. Duymuştu adını, namını da gitmemişti. Bütün aykırı ilişkilerin yaşandığı, yaşamak isteyenlere ortam sağlayan bir mekân. Oyalandı epeyce. Büroya gitti. Acar bir şekilde elindeki iki üç yarım dilekçeyi yazdı. Necla’nın masasına bıraktı, parayla beraber. Pazartesi açardı davaları Necla. Ah o Necla. Olmasa ne yapardı acaba? Gece dönerken sabaha, o ilk dakikalarda mekânı buldu. Yerleşti rahat koltukların birine… Kaslı kadınlar vardı. Kaslı kadınlar kası olmayan kızlarla dans ediyordu. Birkaç erkek çift vardı hayli samimi.

Biri erkek biri kadın olan çiftler de vardı. Ama bir garipti o kadınlar. Hani zorlasan onlar da erkek erkeğe muhabbet ediyorlardı. Bir o vardı sanki normal olan. Yok canım, başkaları da vardır. Normal kadınlar yani… Nice sonra biriyle göz göze geldi. Alımlı, çalımlı, mini etekli, dekolte… İşte onun adını hatırlamıyordu. Zorladı, çıkmadı adı… Verdiği sigaradan içmişti. Esrardı bok, yani herhâlde! Ondan sonrası yirmi yıl önce görülen bir rüyaydı. Bölük pörçük, içki vardı, taksi vardı, kendi evi vardı ama sabah karı yoktu; kadın olduğu da şüpheli ya!. Sonra pazar akşamı. Maç zamanı. Gece yarılarına kadar maç, bira, Galatasaray… Ve bu sabah. Taş gibiydi kafası. Fayanslara dayadı.

Fayanslardan sertti. Ensesine dökülen su yumuşatıyordu kafasını. Ensesinden aşağıya süzülüyordu yumuşaklık, vücuduna dağılıyordu. Biraz sonra başlayacak ve temizlik adına sabunla, jiletle, şampuanla sürdürülecek harp, canını sıkıyordu. Evden çıkarken gülümsüyordu. Üç gol atmışlardı yemeden. İkinci ile olan puan farkını beşe çıkarmışlardı. Berabere kalmış Fenerbahçe, o dilekçe yazarken cumartesi akşamı. Yıkılmıştı birahane. Ne keyifli akşamdı. Galatasaray’ı seviyordu ve…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir