Osman Aysu – Bir Beyaz Perde Masalı

BARDAN dışarı çıkınca hayretle başımı kaldırıp göğe baktım. Şakır şakır yağmur yağıyordu. Alkolün süngere çevirdiği beynimle düşünmeye çalıştım, yanılıyor muydum acaba, öğleden sonra dört sıralarında bara girdiğimde kupkuru, açık, güneşli bir hava vardı dışarıda. Oysa şimdi etraf zifiri karanlıktı ve sert esen poyrazla beraber gök delinmiş gibi sanki muhafaza ettiği tüm yağmur sularını başımdan aşağı akıtıyor gibi geldi bana. Bir anda sırılsıklam ıslanmıştım. Başımı kaldırıp uzun saçaklı barın çıkışındaki neon ışıklarıyla aydınlatılmış, tepede göz alan adını okumaya çalıştım. Firuze Bar yazıyordu. Gözlerimi kırpıştırıp bir daha baktım. Dikkatimi çekti, yeşil ışıkların aydınlattığı bar kelimesinin B’si sönüktü ve Firuze ar diye okunuyordu ancak. Kapıda duran bar fedaisi yalpalayarak çıkışımı biraz da küçümseyen, alaycı bir eda ile süzdü. Ancak birkaç adım attıktan sonra hatırlayabildim, saat dört sularında girdiğim bar burası değildi. Kesinlikle emindim. Bu gece yine içkiyi fazla kaçırdığım muhakkaktı. Zihnimi zorlayıp anımsamaya gayret ettim. Herhalde film bir yerde kopmuş olmalıydı ama ne zaman ve nerede koptuğunu çıkaramıyordum.


Etrafıma bakındım, gecenin karanlığında çevre yabancı gelmemişti bana. Tamam işte, diye homurdandım kendi kendime. Burası Sıraselviler Caddesi’ydi ve Alman Hastanesi ile Kennedy Oteli’nin arasında bir yerdeydim. Akşamüstü havanın günlük güneşlik olduğu zaman girdiğim bar da buralarda idi. Sağnak altında durarak o barı aradım gözlerimle. Göremiyordum bir türlü. Oysa bu civarda olmalıydı; ya birkaç metre ilerde ya da geride. Fazla da önemsemedim sonra, ne fark ederdi ki? Ha o barda başlamıştım içmeye, ha bu çıktığım barda. Sonuç hiç değişmiyordu; her geceki gibi yine körkütük sarhoştum. Şimdi bütün sorunum berduş yuvama bir an önce dönmek ve kendimi yatağa atmaktı. Göz kapaklarımı bile zor açık tutabiliyordum. Saatin kaç olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu; her zaman hareketli olan bu caddede bile trafik iyice hafiflediğine göre çoktan ikiyi geçmiş olmalıydı. Duvarlara, vitrin camlarına dayanarak birkaç adım attım. Tutunmazsam her an ıslak kaldırımlara yuvarlanabilirdim. İzbe bir apartman aralığında ya da ıslak kaldırımların üzerinde sızıp kalmam işten bile değildi.

Daha şimdiden lök gibi ıslandığıma göre saBaba mortiyi çekmem, hayatta kalsam bile zatürree olmam kaçınılmazdı. Belki de bu genç yaşta geberip gitmem çok daha hayırlıydı. Beni dünyaya bağlayacak, yaşam şevki verecek ne kalmıştı ki. Ama sızıp ıslak kaldırımların üzerine düşmedim. Yalpalaya yalpalaya yürümeye devam ettim. Benim için sıradan bir gece gibi geliyordu, son iki senedir aynı şekilde geçirdiğim diğerlerinden farksız, alelade bir gece. Evin yönünü tayinde zorlanıyordum sadece. Zorlanan da sadece beynimdi; ayaklarım ise gideceği yeri bilen koku almış bir köpek gibi beynimin kuşkularına hiç aldırmadan beni sürüklüyordu. Güçlükle karşı kaldırıma geçtim, hem de caddenin ortasında yuvarlanmadan. Gerçi hemen yakınlarımda acı bir fren sesi duymuş, farların ışığında başını arabadan çıkararak galiz küfürler savuran bir şoförün ana avrat küfür ettiğini duymuştum, ama başımı çevirip bakmamıştım bile. Artık bu tür horlanmalara alışmıştım, hiç umurumda değildi. Ahududu Sokağı’na geldiğimde bana şafak sökecek gibi geldi, sanki bütün bir geceyi yürüyerek geçirmiş gibiydim. Ne kadar zamandır yağmur altındaki yollarda olduğumu hesaplayamıyordum. Oysa sokağım İstiklâl Caddesi’ne dik inen yollardan birindeydi ve ayık olsam o arayı beş dakikada kat edebilirdim. Tabii o sırada bunları düşünecek halde değildim.

Tek isteğim oturduğum bodrum katına girip kendimi yatağa atmaktı. Bir zamanlar giydiğimde herkesin dikkatini çeken, haset ve gıpta ile baktıkları, bana çok yakışan. Londra’da ki ünlü bir butikten aldığım, ama şimdi ahi gitmiş vahi kalmış, her yanı lekelenmiş, pis, devetüyü rengindeki paltomun cebine elimi daldırıp anahtarımı bulmaya çalıştım. Nihayet kapının önüne gelebilmiştim. Eve dönüşüm zor olmuştu ve cidden ayakta durmakta çok zorlanıyordum. Ahududu Sokağı pek tabiidir ki gecenin bu saatinde bomboştu. Üstelik soğuk ve şiddetli yağmur yağıyordu. Yaz gecesi olsa, kaldırımlarda belki benim gibi ayyaşları, buram buram şehvet kokan, en adi sokak fahişelerini, pis ve yağlı tenli, ceplerinde daima sustalı ile dolaşan pezevenkleri görmek mümkün olurdu. Ama bu gece canlı hiçbir varlığa rastlamak mümkün değildi. Daha doğrusu ben öyle sanmıştım. Zira cebimden anahtarı çıkarıp tam kapının kilidini ayarlamaya çalışırken, greyder kepçesi gibi güçlü bir elin omzuma yapışıp hışımla beni döndürdüğünü gördüm. Ne olduğunu bile anlayamamıştım o an. Yüreğim ağzıma geldi. Dehşete kapıldım. Alkolden muhakeme kabiliyetini kaybetmiş aklıma ilk gelen şey nedense, sokaktan geçen bir kamyonun bana çarptığı oldu.

Zira topaç gibi eksenim etrafında dönmüş ve ayaklarım yerden kesilmişti. Ama bunu yapanın kamyon değil o zamana kadar gördüğüm en iriyarı adam olduğunu, güç de olsa, dönünce anladım. İnsan azmanının yanında iki kişi daha vardı. Yerimde bir başkası olsa, herhalde ödü kopardı. Bunlar adam soymaya kalkışmış sokak serserisi olmalıydılar. Ben de saBaba karşı önlerine çıkmış mükemmel bir avdım. Ama elimde olmadan sırıttım. Ya bu herifler amatör sokak vurguncusuydular ya da kendilerine av seçmekte çok aptalca davranıyorlardı. Bula bula benim gibi meteliksiz bir ayyaşı seçmelerini başka nasıl açıklayabilirdim ki? O dev gibi adamın arkasında duran daha tıknaz yapılısı homurdandı. “Ne sırıtıyorsun, ulan it?” Ah, diye hayıflandım içimden. Alkol kullanmadığım günlerde olsam o herifin suratına savuracağım bir yumrukla rezili iki seksen yere sererdim. Ama artık bir hiçtim; zavallı ve acınacak bir yaratık. Sanki adamın yanıldığını anlatmaya çalışır gibi mırıldandım. “Yanlış kapıyı çaldınız. Ben meteliksizin tekiyim.

Beş param yok.” Tıknaz adam, iriyarı olanına başıyla bir işaret yaptı. O anı hatırlamak bile acıydı. Zira sanki tonlarca ağırlıktaki bir gücün birden hareketle mideme gömüldüğünü sandım. Bütün dengem bozulmuştu. Bu mideme yediğim alelade bir yumruk değildi. Bir anda kendimi ıslak kaldırımların üzerinde buldum. Duyduğum acı bir yana, her an kusabilirdim. Yaş bir ayakkabı tabanı yüzümün üzerine yapıştı ve yavaş yavaş yanağıma, şakağıma tazyike başladı. Kaldırımın üzerinde kımıldayamıyordum. “Ulan hergele, bu sünger kafanla bizi kazıklamayı çalışıyorsun ha?” Öyle bitik bir haldeydim ki, ne söylediklerini bile anlamıyordum. O vaziyette ağzımı bile açamadım tabii. Yine de o tıknaz adamın söylediğini işittim.” “Arayın şu itin üstünü.” Dev, asfalt silindiri gibi enli ve kocaman ayağını kafamın üzerinden çekerken eski Camel paltomun yakalarından tuttuğu gibi beni ayağa dikti.

Tutmaya devam etmese yeniden yere yığılacaktım. Dizlerim zangır zangır titriyordu. Üçüncü serseri hızla üzerimi aramaya başladı. Önce paltomun ceplerini, sonra ceketimin ve pantolonumun ceplerini taradı. Kızgın bir sesle tıknaz adama dönüp söylendi. “Yok abi. Hiçbir şey yok bu herifin üzerinde.” “Nasıl olur ulan? Bardan çıktığından beri peşindeyiz. Kimseyle temas kurmadı.” Konuşulanları duyuyor fakat dumanlı kafamla benden ne istedikleri konusunda bir bağlantı, kuramıyordum. Canımın yanmasına rağmen yeniden sırıttım. Galiba her şeye rağmen eski günlerden kalma bir nebze cesaretim hâlâ devam ediyordu. Aksi halde bu üç ızbandut yapılı herif karşısında gülümsemeye kalkışmam delilikti.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir