Oya Baydar – Sıcak Külleri Kaldı

Paris ’te faili meçhul bir cinayet ve bir gramer dersi Ben bu… bu… “Ölü”yü daha önce de görmüştüm. Beş yıl önce miydi, yoksa yirmi beş yıl önce mi? Hatırlamıyorum. Ölüler yaşlanmaz derler, ama yaşlanmış işte. Çok… çok yaşlanmış. Bunu söylese, aklını kaçırdığını sanacaklar ya da rol yaptığını. En iyisi susmak, sadece sorulanlara cevap vermek, susmak… — L’avez-vous identifié? “Teşhis ettiniz mi?” Evet anlamında, hafifçe başını sallıyor. O zaman da aynı soruyu, aynı ses tonuyla, aynı umursamazlıkla sormuşlardı: “Cesedi teşhis ettiniz mi?” Bu sefer “ceset” demediler. “L”, ceset sözcüğünün yerini tutuyor. Fransızcanın bir özelliği… “Artikl’ler gereksiz sözcükler değildir Matmazel Öztürk; özel isimlerin önüne konmuş anlamsız ekler de değildir. Bazen, o iki-üç harfle dünyayı tanımlarsınız.” Ders: Gramer. Yer: gri taşlarla kaplı kasvetli bir avluya bakan loş bir sınıf odası. İç karartan koyu lacivert giysileri, saçlarını –ya da kazınmış kafasını– gizleyen arkadan bağlı lacivert örtüsüyle sıraların arasında, Katolik ahlakının ve Fransız dilinin zaptiyesi edasıyla dolaşan ince sarı yüzlü rahibe, parlak ama asi öğrencisini uyarıyor. Pencereye yakın bir sıraya oturmuş, dışarı bakıyor. Mevsim sonbahar olmalı.


Neredeyse bütün avluyu kaplayan ulu atkestanesinin yaprakları sararmış, dökülüyor. Lacivert, zevksiz okul üniforması içinde büsbütün renksiz ve çelimsiz görünen küçük kız, soğuk sınıfta, tek başına cumartesi cezasını yazıyor: “Pronom”lar… Zamirler: Cümlede ismin yerine kullanılan sözcükler… Gramer dersinde Fransızca zamirlerin işlendiği o sıkıcı, bunaltıcı hafta boyunca, ev ödevlerini yapmayı inatla reddettiği için cumartesi cezasına kalmış. Aslında hiç de zor olmayan gramer ödevlerini neden yapmadığını, neden anlamsızca inat ettiğini kendisi de bilmiyor. Bir tepki, sessiz bir başkaldırı, “Umurumda değilsiniz, ben bildiğimi okurum” demenin kendince bir yolu. Başrahibe, hal ve gidiş notunun neden zayıf olduğunu merak edip konuşmaya gelen annesine, işaretparmağını burnunun altına dayayıp yukarı kaldırarak, kötü bir Türkçeyle, “Matmazel Oztürk işte boyle bir kız, burun boyle havada,” derdi. “Burnumu nasıl indirebilirdim, nasıl onların istedikleri gibi sakin, yumuşak başlı, itaatkâr olabilirdim? Çocuktum ve eziktim.” İstanbul’un azınlık sosyetesinin kızlarıyla, Amerikan kültürünü sonradan görme buldukları için çocuklarını Kolej’e değil de Fransız lisesine göndermeyi yeğleyen aristokrat özlemli zengin ailelerin kızlarının okuduğu bu okulda, sınıfın tek burslu öğrencisi… Öğle yemeği parası ödenemediği için yemeğini sefertasıyla getiren; sefertası açılınca ortalığa dağılan köfte veya haşlanmış yumurta kokuları arkadaşlarını rahatsız ettiği için yemeklerini yemekhanede değil de mutfağın yanındaki küçük odada yalnız yiyen; bundan utandığı için çoğunlukla hiç yemek yemeyen; öğle paydosunu avlunun ya da loş koridorların bir köşesinde kitap okuyarak geçiren küçük kız… Küçümsenmemek, ezilmemek, yalnız kalmamak için, en akıllı, en çalışkan, en parlak olmaya mahkûm ve mecbur. Beyoğlu’ndaki pahalı Lyon mağazasından alınamayıp evde dikilmiş, vücuduna tam oturmayan, kumaşı da lacivertinin tonu da diğerlerinkinden farklı üniformasının; ne kadar özenli kapatırsa kapatsın kokular saçan sefertaslarının; cep harçlığı yetmediğinden, giysileri uygun olmadığından katılamadığı Hilton’daki beş çaylarının; zaten hiç davet edilmediği partilerin ezikliğini yenebilmek, çocuk gururunu koruyabilmek için burnunu havada tutması, rakipsiz sınıf birinciliğinin dokunulmazlık zırhını kuşanması gerek. “L”, sordukları soruda hangi sözcüğün yerini tutuyor? “O”nun mu, yoksa “ceset”in mi? İki yanında duran görevlilere, soruyu yüksek sesle, Fransızca tekrarlıyor. Sorunun anlamsızlığını hiç yadırgamadan, “Öldürülen şahsın,” diyorlar. O’nun yani. O; sevgilim; yirmi yaşım, ilk erkeğim, sessiz ihanetim, çığlık gibi başkaldırım, yirmi beş yıllık bekleyişim, özlemim, göçebeliğim, son sığınağım, son umudum ve son hayal kırıklığım. O; oğlum; tek çocuğum, suçum, cezam, cinayetim… — Yaşlanmış, çok yaşlanmış, diye mırıldanıyor. — Kimileri ölünce yaşlı gösterir. Besbelli çok ölü görmüşler, kanıksamışlar.

Yıllar önce öldüğünde –öldürüldüğünde– gencecikti, neredeyse çocuktu. Yüzünde hiç kan yoktu. Alabildiğine hüzünlü, sakin, güzeldi yüzü. Elini uzatıp yanağını okşamıştı. Sonra beynine ve göğsünün altına aynı anda saplanan o iki kor hançer. Sonra boşluk ve karanlık. Önündeki tuhaf demir masanın üstünde yatan ölüye bakıyor. Dudağının kenarından sızan kan yüzüne acılı, sert bir ifade vermiş. Belki de bu yüzden bu kadar yaşlı gösteriyor. İstese dokunabilir, ama içinden gelmiyor. Cumartesi cezasını çekmekte olan küçük kıza iki saattir gözcülük yapan uzun lacivert giysili, tahta göğüslü, başı saçlarını tümüyle kapatan lacivert bir örtüyle örtülü rahibe, cezanın sona erdiğini müjdeleyen küçük çanı neşeyle çalıyor. “Zamirleri ve zamir yerini tutan sözcükleri nihayet öğrendiniz mi Ülkü Oztürk?” “Evet efendim, ama Oztürk değil Öztürk.” Rahibe sevecen gülümsüyor: “Haklısınız Ülkü, benim de ‘o’ yerine ‘ö’ demeyi öğrenmem gerek.” Birazdan, teşhis raporu veya sorgu zaptı –işlerin nasıl gelişeceği henüz belli değil– hazırlanırken, soyadının baş harfini yine aynı şekilde açıklayacak. “O” değil “Ö”… Konu yıllar sonra yine aynı, konuşulan dil de; ama yer aynı yer değil.

Birden rutubetli soğuğu ve kokuyu duyuyor. Rutubet, beton, çürümüş mimoza, sidik, belli belirsiz eter karışımı o iğrenç koku; çaresizliğin, korkunun, ölümün kokusu… Duvarda işkence aletleri asılıydı ve böyle bir masa üzerine yatırmışlardı. Ayakları ve elleri bileklerinden masaya bağlanmış; karnı deşilecek bir hayvan gibi sırtüstü, çırılçıplak yatıyor. Elektrik akımı geçtiğinde vücudu bin parçaya ayrılıyor. Sonra karanlık, sonra o koku: Vücudunda dolaşan, beynini yarıp geçen, bacaklarının arasından sızmaya başlayan kanın kokusuna karışan ölüm kokusu. Belli belirsiz seçebildiği yüzler. Maskeli miydiler? Kaç kişiler, iki mi, üç mü? Kendine gelirken beyninde yankılanan bir ses: “Bir de ‘Öztürk’müş. Türklük senin neyine orospu!” Yine o koku… Morgda çocuğun biraz soluk, biraz mahzun, alabildiğine genç ve güzel yüzüne bakarken duyduğu koku. Dünyanın neresinde olursa olsun, işkence odalarının ve morgların bildik kokusu. Belleğinin en ücra, en derin köşelerinden birinde yuvalanmış bir koku anısı: Erenköy’de bir eski konak. Bahçede morsalkımlar, maltaerikleri, manolyalar ve çıkrıklı bir kuyu vardı. Şahver Hala’nın öldüğü oda hangisi? “Yukarı katta, koridorun kameriyeye bakan tarafındaki son oda,” diyor babası. Beş yaşında falan olmalı, henüz okula gitmiyor. “Sakın o odaya girmeye kalkma, korkarsın sonra.” Mevsim yaz ortaları.

Yaseminlerin ve sarı ponpon güllerinin kokusu havaya yayılıyor. Eski konağın bahçesi, her türlü otun ve çiçeğin birbirine karıştığı bakımsız bir cennet. Hava sıcak, çok sıcak. Saraylı Şahver Hala’nın cenazesi evden daha dün çıkmış. Hanımelleri ve yaseminlerle sarılı kameriyenin ortasındaki tahta masanın üstünde, bir sürahi buzlu vişne şerbeti duruyor. Babası, annesi, yengeler, amcalar konağın ne olacağını konuşmaya dalıyorlar. “Buralarda arsalar para etmeye başladı, müteahhide veririz.” Pembe tafta elbisesinin kabarık eteklerini hışırdatmamaya çalışarak yavaşça evin içine süzülüyor. Başını omuzlarının içine gömüp küçülerek merdivenleri çıkıyor. Babası, “Kameriyeye bakan taraftaki son oda,” demişti. Bütün odaların kapılarını tek tek yokluyor; hepsi kilitli. Yüreği çarparak son odanın tokmağını çeviriyor. Gıcırtıyla açılan, oymalı ahşap bir kapı. Önce hiçbirşey göremiyor. Ağır kadife perdeler sıkı sıkıya kapalı.

Pencereden, perdenin iki kanadı arasından ince bir ışık sızıyor. Gözü karanlığa alıştıkça yatağı, yatağın üstündeki mavi atlas yorganı, bir köşeye üst üste yığılmış kadife yastıkları hayal meyal seçiyor. Sonra kokuyu duyuyor: ölümün kokusu… Morgun ürpertici soğuğu içini donduruyor. Sırtı ürperiyor. Koku; o çıldırtıcı müthiş koku gitgide yoğunlaşıyor. “Bu kokuyu daha önce de duymuştum. Bu ölüyü daha önce de görmüştüm. Bu cesedi daha önce de teşhis etmiştim.” Bunları yüksek sesle söylediğini fark edip ürküyor. Görevlilerden biri, ilgisiz bir sesle, — Yakınınız mıydı, diye soruyor. — Hayır, diyor. İşim gereği tanırdım. Artık çıkabilir miyiz buradan? Koku… Bu kokuya dayanamıyorum. — Dezenfektan ilaç kokusu Madam. Sakin olun lütfen.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir