Patricia Highsmith – Ocak Ayının İki Yüzü

Chester MacFarland, ocak ayının başlarında, San Gimignano yolcu gemisindeki kamarasının kuşetinde sabahın üç buçuğunda, duyduğu huzur kaçıran bir sürtünme sesiyle uyandı birdenbire. Kuşetinde dikilip oturdu ve lumbozdan dışarıya bakınca ışıl ışıl aydınlatılmış allı-turunculu koca bir duvarın burunlarının dibinden ağır ağır süzülüp geçmekte olduğunu gördü. İlk aklına gelen, başka bir gemiyle borda bordaya çarpıştıkları oldu. Uyku akan gözlerle kuşetinden fırlayıp karısının kuşetinin üzerinden uzanarak lumbozdan dışarıya daha bir yakından baktı. Şimdi kayadan oluştuğunu fark ettiği duvarın üzerine kazınmış isimleri ve sayıları görebiliyordu artık. NIKO 1957. W. MUSSOLINI. Biraz ileride de Amerikanvari bir PETE ’60. Tam o sırada çalar saat zır zır ötmeye başladı. Hemen ona doğru bir hamle yapan Chester, yerde duran viski şişesine çarpıp devirdi. Düğmesine basıp saati susturduktan sonra sabahlığına uzandı. “Sevgilim?. Neler oluyor?” diye sordu Colette yarı uyur yarı uyanık.


“Sanırım Korint Kanalı’ndan geçiyoruz,” diye yanıt verdi Chester. “Ya da başka bir gemiye bindirmek üzereyiz. Şu sıralar kanalda olmamız gerekiyordu. Saat üç buçuk. Güverteye gelecek misin?” “I-ıh… hayır,” dedi Colette çarşaflara daha da bir sarınarak. “Sen sonra bana anlatırsın.” Chester gülümseyerek karısının sıcacık yanağına bir öpücük kondurdu. “Ben güverteye çıkıyorum. Birazdan dönerim.” Kamarasından çıkıp güverteye adım atar atmaz, kendisine gece saat 03:30’da kanaldan geçeceklerini söylemiş olan görevliyle karşılaştı Chester. “Sisisi! II canale, signor! (Evet, evet, evet, işte kanal, beyefendi!)” dedi adam Chester’a. “Sağolun!” Chester’ın içini bir macera ve heyecan duygusu kaplamıştı. İki eliyle küpeşte korkuluğuna yapışıp yüzünü rüzgâra verdi. Güvertede kendisinden başka kimsecikler yoktu. Kanalın yan duvarları en az dört katlı bina yüksekliğindeydi. Küpeşteden eğilip bakan Chester, kanalın her iki ucunu saran karanlıktan başka bir şey göremedi.

Kanalın ne kadar uzun olduğunu görmek olanaksızdı; ama Chester yanındaki Yunanistan haritasında uzunluğu 1.5 inç olarak ölçmüştü – ki bu da aşağı yukarı 6 kilometre ediyordu. İnsan eliyle yapılmış yaşamsal önem taşıyan bir su geçidi bu. Bu düşünceden hoşlandı Chester. El kompresörlerinin ve kazmaların allı-turunculu kayada -yoksa kaskatı kil katmanında mı demesi gerekirdi?- bıraktıkları hâlâ görülebilen izlere baktı yakından. Kanal kenarlarının üstteki koyu karanlıkta bittiği noktaya, sonra da yıldızların Yunan semalarında ışıldadığı daha yükseklere kaldırdı gözlerini. Birkaç saat sonra Atina’yı görecekti. İçinden gidip paltosunu kapmak ve gemi Ege sularını yara yara Pire’ye doğru yol alırken bütün gece güvertede kalmak geçti bir anlığına. İyi ama o zaman da yarın çok yorgun olurdu. Chester biraz sonra güverteüstü kamarasına dönüp kuşetine girdi. Beş saat kadar sonra San Gimignano Pire Limanı’na yanaştığında Chester homurdanıp duran yolcuların ve onlara yardımcı olmak için gemiye çıkmış hamalların arasında çıkışa doğru ilerlemeye çalışmaktaydı itişe kakışa. Yolcuların çoğu indikten sonra karaya çıkmayı yeğlediği için güverteüstü kamarasında uzun ve keyifli bir kahvaltı yapmıştı Chester; ama şimdi güvertedeki ve koridorlardaki kalabalıktan anladığı kadarıyla gemiden çıkış henüz başlamamıştı bile. Pire Limanı ve kenti tozla kaplı bir karmaşaydı sanki. Puslu ufukların gerisinde Atina’yı görememek Chester’ı hayal kırıklığına uğrattı. Bir sigara tüttürerek, uzayıp giden rıhtımda kimi dikilip duran kimi oraya buraya giden kalabalığın üzerinde gezdirdi gözlerini.

Mavi giysili hamallar. Sırtlarında kıtıpiyos paltolarla gemiye baka baka rıhtımda sabırsızlıkla dolanan birkaç erkek. Bunlar polisten çok sarrafa ya da taksiciye benziyorlar, diye aklından geçirdi Chester. Bakışlarını bir sağa bir sola, bir sağa bir sola çevirerek aşağıdaki manzarayı izledi. Hayır, bunların arasında kendisini bekleyen birinin olabileceğine inanmak zordu. Dosa çoktan indirilmişti. Zaten eğer biri kendisini karşılamaya gelmiş olsaydı, aşağıda beklemek yerine gemiye çıkmış olması gerekmez miydi? Tabii ya. Chester boğazını temizleyerek sigarasından bir nefes çekti; sonra arkasını döndü ve Colette’i gördü. “Yunanistan,” dedi Colette gülümseyerek. “Evet ya, Yunanistan.” Chester uzanıp karısının elini tuttu. Colette’in parmakları aralanıp kocasının parmaklarına dolandı sımsıkı. “Gidip bir hamal bulsam iyi olacak. Bavullar hazır mı?” Colette başını salladı. “Alfonso’ya söyledim.

Onları güverteye çıkartacak.” “Bahşiş verdin mi?” “Hı-hı. İki bin liret. Yeterli mi sence?” Koskoca, masmavi gözleriyle Chester’a bakıyordu. O uzun, kızıl kestane kirpiklerini kırpıştırdı iki kez. İçinin ta derinlerinden boşanmaya hazırlanan sevecenlik dolu şen kahkahasını zor tuttu genç kadın. “Aklın başka yerde. İki bin liret yeterli mi diye sordum?” ‘Yeterli, bir tanem.” Eğilip karısını dudaklarından öptü Chester. Alfonso bavullarından yarısını getirip yanlarına bıraktı, dönüp diğerlerini getirmeye gitti. Chester bavulların dosadan indirilmesinde Alfonso’ya yardımcı oldu. Karaya iner inmez 3-4 hamal bavul taşıma sırasının kimde olduğunu tartışmaya başladılar. “Durun! Biraz bekleyin lütfen!” dedi Chester. “Para gerek. Para bozdurmalıyım.

” Elindeki American Express çek koçanını sallayarak rıhtım kapısının yanındaki döviz bürosuna yollandı Chester ve bir yirmilik bozdurdu. “Lütfen!” dedi Colette bavullardan birini korumak istercesine biraz yanına çekerek. Tartışan hamallar kollarını göğüslerinin üstünde kavuşturarak geri çekildiler ve hayran gözlerle Colette’i süzmeye başladılar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir