Ruth Rendell – Parola Mandarin

Tai Markizi olarak adlandırılan kadının camekân içinde mükemmel bir şekilde muhafaza edilmiş olan bedeni, birkaç metre aşağılarında yatmaktaydı. îki bin küsur yıl önce öldüğünde, elli yaşlarındaydı. Beyaz bir iç gömleği otuz beş kiloluk bedenini boğazından kalçalarına kadar örtmüştü. Balığı andıran pembemsi beyazlıktaki bacakları çizikler içindeydi; sağ kolu tedavi edilmiş bir kırıktan ötürü diğerinden biraz daha kısaydı. Beyaz ve şişkin yüzünde kemerli bir burun göze çarpmaktaydı. Dili, açık duran ağzından dışarı fırlamıştı. Tüm yüzünde, sanki boğularak öldürülmüş gibi bir acı ifadesi vardı. Gerçek bu değildi oysa. Müze broşürü ve Mr. Sung’a göre, safra kesesiyle de sorunları olan Markiz tüberküloza yakalanmıştı. Kalp krizinden ölmeden kısa bir süre önce yüz yirmi tane karpuz çekirdeği yemişti. Mr. Sung her zamanki gibi broşürden alıntı yaparak Wexford’u aydınlatmaya çalıştı: -Enfarktüs geçirmiş. Çok hastaymış, kalbi zayıf, iç organları zayıf. Hadi gidelim.


Markiz’in formaldehit şişelerinde muhafaza edilmiş olan iç organlarına ve beyninin dışzarına bakmak için ikinci bölmeye doğru ilerlediler. Mr. Sung, iğrenme ya da korku belirtileri görme umuduyla arkadaşının yüzüne incelercesine baktıysa da, karşısındakinin yüz ifadesi de en az kendisininki kadar anlaşılmazdı. Mr. Sung iç çekerek devam etti: -Hadi gidelim. Wexford öfkeyle rehberine döndü: -Bunu durmadan tekrar etmemenizi rica ediyorum sizden. Bana kalırsa, “Gidelim mi?” ya da “Hazır mısınız?” demelisiniz. Mr. Sung konuşmayı ciddiyetle sürdürdü: -Yardımınız için teşekkür ederim. Güzel konuşabilmek için elimden geleni yapıyorum. Gidelim mi ? Hazır mısınız ? -Elbette. -Cevap vermeyin lütfen. Alıştırma yapıyorum. Gidelim mi ? Hazır mısınız? Güzel, öğrendim. Hadi gidelim.

Kazı yerine gitmeye hazır mısınız ? Lütfen şimdi cevap verin. Tekrar taksiye bindiler. Havalandırmalı binadan çıkıp havalandırmalı arabaya girene kadar hissettikleri sıcaklık, yavaş yavaş pişmesi gereken bir güveç için hazırlanmış ölçülü bir fırını anımsatıyordu adeta. Şoför şehrin içinden geçerek, onları, arkeologların Markiz’in, kocasının ve oğlunun bedenlerinin yanı sıra, onlara yeni hayatlarında eşlik edecek olan hizmetçilerin kil vücutlarını, erzak ve sanat eserlerini de buldukları kazı bölgesine götürdü. Üzerlerindeki giysiler toz haline gelmiş olan diğer bedenler iskelete dönüşmüştü. Yalnızca biçimsiz ve iğrenç görünen, görmeyen boş gözlerle bakan, yirmi kat boyalı kumaşa sarılmış Markiz hayatın mumyalanmış ayrıntılarını muhafaza etmekteydi. Büyük ve derin dikdörtgen mezara ahşap ızgaradan bakarlarken, Mr. Sung Fodor’un Çin Halk Cumhuriyeti Rehberi’nden oldukça uzun bir parçayı harfi harfine alıntıladı. Kuvvetli bir hafızası vardı. Wexford’un ideogramları deşifre edemediğinden dolayı kendi lisanını okuyamadığına inanıyordu. Oysa, alıntı yaptığı rehber Wexford’a aitti, önceki gece masumca ondan ödünç almıştı. Wexford dinlemiyordu bile. Bebek yüzlü, pembe yanaklı ve çekik gözlü Mr. Sung’dan kurtulabilmek için çok şey verebilirdi. Dünya üzerindeki başka herhangi bir ülkede, bir aylık maaş kadar rüşvet vermek, ki bu miktarı Wexford kolaylıkla gözden çıkarırdı, onu rehberçevirmeninden uzaklaştırabilirdi.

Bahşiş vermenin bile yasak olduğu Çin’de ise Mr. Sung’a rüşvet yedirmek imkânsızdı. Genç yaşma rağmen parti üyesi olan bu adamın gözlerinde, Mao Zedong da dahil, kendi yöresi Hunan ilinde yetişen büyük devlet adamlarından bahsettiğinde bağnaz bir ışık belirir ve adeta gevşek kasları gerginleşirdi. Wexford, bundan belki de yirmi yıl sonra, bir sabah Times gazetesini açtığında, Çangşa’lı kırk yedi yaşındaki bir Sung Lao Cong’un Çin Komünist Partisi’nin yeni başkanı olduğu haberiyle karşılaşıp karşılaşmayacağını merak ediyordu bazen. Yüksek bir olasılıktı bu. Mr. Sung ezberlenmiş paragrafının sonuna geldiğinde, görevine devam etmek istemez gibi olduysa da yan çizmeyi reddetti. -Pekâlâ, gidelim mi ? Şimdi porselen fabrikasını, akşam yemeğinden önce de Öğretmen Eğitim Fakültesi’ni ziyaret edeceğiz. Wexford: -Hayır, ziyaret etmeyeceğiz. Ayak bileği kemiğini sivrisinek ısırmıştı. Aşırı sıcağın altında, vücudundan, pişen bir etin çıkardığı yağı anımsatan yapışkan terler damla damla akıyor, yüksek ısıda adeta güveç gibi ağır ağır pişiyordu. Bunda otuz üç dereceye varan sıcaklık kadar nemin de payı vardı. -Hayır. Otelde duş alıp dinleneceğim. -Porselen fabrikası için başka zaman yok ama.

-Yapabileceğim bir şey yok. -Başkan Mao’nun gittiği üniversiteyi de mutlaka görmeniz lazım. -Bugün olmaz. Arabadaki buz gibi atmosfer, terinin akışını hızlandırmıştı. Yüzünü sildi. -Pekâlâ. Umalım pişman olmazsınız. Sinirlendiği zaman ya da duyguları başka bir nedenle yoğunlaştığında, Mr. Sung’un “r” harfini İngilizce telaffuz etmekteki başarısızlığı daha da artmaktaydı. -Kolkalım üzüleceksiniz. Sesinde az da olsa tehditkâr bir ifade vardı. İnatçı asiliğine devam ettiği sürece, Mr. Sung’un programa göre görülmesi gereken yerlere gitmeleri konusundaki ısrarlanm sürdüreceğini düşündü Wexford. Eğer dünya üzerindeki tek temsilcisi adeta Mr. Sung olan Çin Turist Bürosu Lu Şing Şı şart koşsaydı fabrikaları, okulları, çocuk yuvalarını ve petrol rafinerilerini görmesini, bunu elbette ki yapardı.

Mr. Sung döndü ve pencereden baktı. Yüzü, nadiren merhametsiz bir nezaketten başka bir ifadeye bürünürdü. Çin’in güneyinden gelen biri için hiç de kısa sayılamayacak olan boyu Wexford’un ancak omzuna geliyordu. Bembeyaz pamuklu gömleğinin altına zeytin yeşili bol bir pantolon ve kestane rengi plastik sandaletler giymişti. Wexford’a anlattığına göre, babası parti kadrosundandı. Annesi ise, ablası ve karısı gibi doktordu. Mr. Sung’un bebek yaştaki oğlu Çu Ken’le birlikte kentin kışla görünümlü gri binalarından birinde, iki odalı bir dairede yaşamaktaydılar. Araba Şiang Ciang Oteli’ne giden kasvetli sokaklardan, yayalara ve bir çift yavru domuz ya da tavuktan, mobilyaya kadar her şeyi taşıyabilen bisikletlilere aralıksız korna çalarak geçti. Çangşa’da 1949 Devrimi’nden önce yapılmış iki bina kalmıştı sa dece: Guomindang generalinin otelin hemen yanında yer alan ve damında yeşil kıvrımlar olan evi ile hakkında fazla bilgi edinilemeyen gri sıvalı harap durumdaki bir Avrupa kilisesi. Mr. Sung arabadan inerek Wexford’la beraber lobiye girdi. Orada el sıkıştılar. Wexford’un kayıtsız davranışlarının sürekliliği, Mr.

Sung’un iş tatmini duygusunu köreltmekteydi. Wexford’un tek yapabildiği, rehberinin kendisiyle beraber sekizinci kata çıkmasını engellemek oldu. Mr. Sung, saat yedide devrim tarihiyle ilgili bir filmin açık hava gösterimi için hazır olmasını rica etti. Wexford: -Hayır, teşekkür ederim. Çok fazla sivrisinek var. -Umalım hel cuma sıtmaya kalşı ilaç alıyolsunuzdul. -Isırılmamayı tercih ederim. Wexford bilek kemiğini normalinin iki katı kadar hissediyordu. Dikiz aynasında gördüğü, terden ıslanmış, güneşten yanmış ve hiçbir zaman yeterince yakışıklı olamamış olan yüzüne bakarak konuşmayı sürdürdü: -Her nedense, anofellere çok çekici geliyorum. Ama üzgünüm ki, bu tutku karşılıklı değil. Mr. Sung’un kavrayamayan gözlerinde sert bir sevimlilik ifadesi vardı. -Ayrıca dışarıda oturarak kanımı vampir gibi emmeleri için onlara davetiye çıkaracak değilim. -Anlıyorum.

Öyleyse, oteldeki sinemaya gidelim. Şanghaylı Kız ve Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör adlı filmini seyredelim. Şanghaylı Kız inşaat işçilerini konu alan çok güzel bir Çin filmi. Ben hikâyeyi kaçırmayasınız diye sizin yanınıza otururum. -Evde karınız ve bebeğinizle kalmayı tercih etmez miydiniz ? Mr. Sung’un yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Wexford’un bir kere daha elini sıktı. -Bu benim işim, öyle değil mi? Wexford sert yatağı kaplayan ince örtünün üzerine uzandı. Çarşaflar mavi-beyaz kareli masa örtüsünden yapılmıştı. Dışarıda, generalin penceresi ve Çangşa’nın kahverengi kiremitleri pastırma sıcağında kavrulurken, Japon malı havalandırma vücuduna düzensiz bir şekilde soğuk hava üflemekteydi. Kaldığı odanın sunduğu güzelliklerden biri olan küçük termos ile kendisine üzerinde kiraz ağaçlan olan kapaklı bir kâsede yarım litre yeşil çay hazırladı. Bu ülkede akşam yemeği altıda, öğle yemeği on bir gibi erken bir saatte yenir, kahvaltı ise yedide edilirdi, yemeğe daha bir buçuk saat vardı. Susuzluk gidermek için içilmesi tavsiye edilen limonata, çilekli gazoz ya da Çin tarçını gazozunu midesi kabul etmiyordu. Ya oldukça koyu demleyerek hazırladığı yeşil çayı içiyor ya da sokak tezgâhlarından bardağını bir peni’nin yaklaşık üçte biri değerindeki bir fen’e alıyordu. İkinci bardak çaydan sonra uyuklamaya başladı.

Kısa bir süre sonra, akşam yemeğine inmeden önce duş almak, ardından da temiz bir gömlek giymek için uyandı. Yeteri kadar zamanı olmadığından karısına mektup yazma işini erteledi. Karısının kendisini beklediği Hongkong çok uzaklardaymış gibi geldi birden. Bambu paravanın yanındaki geniş yuvarlak masayı paylaşan, otelin tek yabancı grubunu oluşturan İtalyanlardan yan saklanır biçimde, vantilatörle baş başa yemek yiyeceği salona indi. Oturduktan sonra kıza bir şişe bira siparişi verdi. İtalyanlar içeri girerken Wexford’u selamladılar. Kız vantilatörü çalıştırıp, grubu paravanla çevreledikten sonra Wexford’un siparişlerini getirmeye başladı. Bu geceki menü, karanfil soslu tavuk, bambu filizi, yağda kızarmış fıstık, parlak yeşil neredeyse çiğ ıspanak, kızarmış balkabağı ve kızarmış balıktan oluşmaktaydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir