Sinek – Patricia Cornwell – Scarpetta Serisi – 12

Bu romandaki karekterler. Kay Scarpetta: Virginia Eski Baş Adli Tabibi. Jaime Berger: New York Bölge Savcısı Yardımcısı. Lucy Farinelli: Kay’in yeğeni, bir yazılım sihirbazı / girişimci ve adli dedektif. Pete Marino: Dedektif. Rocco Caggiano: Marino’nun ayrı yaşadığı oğlu ve Chandonne avukatı. Jean-Baptiste Chandonne: Katil. Batı Livingston, Teksas’ta Polunsky Biriminde tutuklu Jay Talley: Katil ve Chandonne ikiz kardeşi, En Çok Arananlar Listesisinin 1. Sırasında Bev Kiffin: Talley suç ortağı, En Çok Arananlar listesinde 2.sırada Nic Robillard: Zachary, LA, polis dedektifi, NFA stajyer. DR.KAY SCARPETTA KÜÇÜK CAM şişeyi mum ışığına yaklaştırıp zehirli etanol banyosu içinde yüzen kurt sineğine baktı. Bir pirinç tanesinden d havaya ihtiyaçları vardır.” “Hangi salak bir kurt sineğini boğar?” diye sözlü saldırıda bulundu polislerden biri. “Evet.


Alkol soluduğunu bir düşünsene… ” “Şu konuşana bakın hele? Joey, sen bütün gece alkol soluyorsun.” Karanlık, kötü bir mizah tarzı, uzaktaki bir fırtına gibi homurdanmaya başlamıştı ve Nic ondan nasıl kaçacağını bilmiyordu. Koltuğunda geriye yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu, babasının eskimiş fırtına uyarısı beklenmedik şekilde aklına gelirken elinden geldiğince kayıtsız görünmeye çalıştı: Nic tatlım, şimşek çaktığında tek başına ayakta dikilme ya da bir ağacın altına saklanarak korunacağını sanma. Yakında bir hendek bulup olabildiğince derine uzan. şu anda sessizliğinden başka gizleneceği bir şeyi yoktu. “Hey, doktor, biz son sınavlarımızı verdik.” “Partimize kim ev ödevi getirdi?” “Evet, biz şu anda görevde değiliz.” “Görevde değilsiniz, demek,” dedi Scarpetta düşünceli bir şekilde. “Demek kayıp bir insanın cesedi bulunduğunda görevde değilseniz bir şey yapmayacaksınız. Söylemek istediğiniz bu mu?” “Ben içtiğim viskinin etkisi geçene kadar beklemeliyim,” dedi tıraş ettiği kafası cilalı gibi parlayan bir polis. “İyi bir düşünce,” dedi Scarpetta. Artık polisler gülüyordu… Nic dışında herkes. “Her an bir telefon gelebilir. Bu aldığımız en kötü telefon olabilir. Görev başında da olmayabiliriz.

Birkaç kadehin etkisinde ya da hasta olabiliriz. Sevgilimizle veya arkadaşımızla ya da çocuklarımızdan biriyle kavga ediyor olabiliriz.” Yarısı yenmiş tonbalığı tabağını ileri itip kollarını masanın üstüne koydu. “Ama vakalar bekleyemez.” “Gerçekten. Bazılarının bekleyebildiği doğru değil mi?” diye sordu, sınıf arkadaşlarının kolundaki çapa dövmesi yüzünden Temel Reis diye çağırdığı Chicago’lu bir dedektif. “Örneğin, bir kuyuya atılmış ya da merdivenlerin dibine gömülmüş kemikler gibi. Ya da bir beton parçasının altındaki çocuk gibi. Yani, ne de olsa hiçbir yere gitmiyorlar.” “Ölüler sabırsızdır,” dedi Scarpetta. 2 BATAKLIKTAKI GECE, JAY TALLEY’E basgitar çalan kurbağalardan, elektrogitarda çığlıklar atan kuşlardan, çamaşır tahtası törpüleyip keman gıcırdatan ağustos ve cırcırböceklerinden oluşan bir Cajun Orkestrası’nı hatırlatıyordu. Fenerini yaşlı servi ağacının karanlık ve romatizmalıya benzer şeklinin yakınına tuttu ve bu arada gözleri aydınlanan bir timsah karanlık suyun altında gözden kayboldu. Bay Stealth suda kayarcasına ilerlerken ışık sivrisineklerin uğursuz, yumuşak sesiyle kaynadı. Jay kaptan koltuğunda oturmuş, tembel tembel ayağının dibinden fazla uzak olmayan balık kutusundaki kadını seyrediyordu. Birkaç yıl önce tekne için alışverişe çıktığında Bay Stealth, onu çok heyecanlandırmıştı.

Döşemenin altındaki balık kutusu, elli beş kilodan fazla buz ve balığı ya da onun istediği tipte bir kadını alacak uzunlukta ve derinlikteydi. Kadının irileşmiş, panik halindeki gözleri karanlıkta parlıyordu. Bu gözler gün ışığında çok güzel koyu mavi oluyordu. Jay, onu, olgun, güzel yüzünden başlayarak kırmızı ojeli ayak tırnaklarına kadar fenerin ışığıyla okşarken kadın acı verecek şekilde sıkıca kapattı gözlerini. Sarışın kadın kırklı yaşların başında ya da ortasında olmasına rağmen daha genç görünüyordu, ufak tefekti, ama vücudu yuvarlak hatlıydı. Fiberglas balık kutusunun etrafı eskimiş kandan dolayı kararmış turuncu tekne minderleriyle kuşatılmıştı. Jay, onun el ve ayak bileklerini sarı iple kan dolaşımını engellemesin diye gevşek bir şekilde bağlarken düşünceli, hatta nazik davranmış, mücadele etmediği sürece ipin yumuşak tenini zedelemeyeceğini söylemişti. “Mücadele etmenin bir anlamı yok zaten,” demişti, sarışın adam yakışıklı görüntüsüne uyan bariton sesiyle. “Ağzına bir şey tıkamayacağım. Bağırmanın da bir anlamı yok, değil mi?” Kadının başını sallaması Jay’in gülmesine neden oldu, çünkü evet anlamında başını sallarken hayır demek istiyordu. Ama Jay altüst olmuş durumdaki insanların dehşete düştüklerinde nasıl hareket ettiklerini çok iyi biliyordu. Jay bu dehşete düşmek sözcüğünün her zaman çok yetersiz olduğunu düşünüyordu. Samuel Johnson’ ın büyük bir zahmetle oluşturduğu sözlükte; bir insanın dehşet ve ölümü beklerken ne hissettiği konusunda bir fikri olmadığını varsayıyordu. Beklenti her nöronda, her hücrede sadece dehşetin çok, çok ötesine geçen delice bir panik yaratıyordu, ama pek çok dili akıcı konuşan Jay bile kurbanlarının yaşadığı şeyi tarif edecek daha iyi bir sözcük bulamıyordu. Korkunun verdiği tehlike heyecanı mıydı? Hayır.

Kadını inceledi. O bir kuzuydu. Hayatta, yalnızca iki tipte insan vardır; Kurtlar ve Kuzular. Jay’in kuzuların hissettiği şeyi mükemmel bir şekilde tarif etme kararlılığı amansız, saplantılı bir araştırma haline gelmişti. Epinefrin hormonun normal bir insanı, zıpkınlanmış bir kurbağadan daha fazla mantığı veya kontrolü olmayan daha alt seviyede bir hayat biçimine dönüştüren simyaydı. Fizyologların, psikologların ve diğer sözde uzmanların savaş ya da kaç olarak sözünü ettikleri durumu başlatan fizyolojik tepkiye ek olarak kuzunun geçmiş deneyimleri ve hayal gücü gibi unsurları da işin içine katmak gerekirdi. Kuzu, kitaplar, televizyon, filmler veya haberler yoluyla ne kadar şiddet yaşadıysa, başına gelebilecek kâbusu o kadar fazla hayal edebilmekteydi. Ama o sözcük. Mükemmel sözcük bugün aklına gelmiyordu. Teknesinin döşemesine oturup kuzusunun hızlı, sığ soluklarını dinledi. Korku zelzelesi (mükemmel sözcüğü bulamadığı için bunu kullanıyordu) her molekülünü değiştirip dayanılmaz bir karmaşa yaratırken kadın titriyordu. Jay uzanıp eline dokundu. Ölüm kadar soğuktu. İki parmağını boynunun yanına koydu, şahdamarını bulup nabzını saymak için saatinin aydınlık kadranına baktı. “Aşağı yukarı yüz seksen,” dedi.

“Sakın kalp krizi geçirme. Birisi geçirmişti.” Kadın dolunaydan daha iri gözlerle ona bakarken alt dudağı titriyordu. “Gerçekten. Kalp krizi geçirme.” Çok ciddiydi. Bu bir emirdi. “Derin bir nefes al.” Kadın nefes aldı, ciğerleri titrekti. “Daha iyi misin?” “Evet. Lütfen… ” “Neden bütün küçük kurbanlar bu kadar kahrolası kibar oluyor?” Kadının kirli bordo gömleği günler önce yırtılmıştı. İri göğüslerini daha fazla ortaya çıkarmak için gömleğin ön tarafını iyice ayırdı. Solgun ışıkta memeleri titreşti. Jay parmağıyla yuvarlak tepeciklere, inip kalkan göğüs kafesine, düz karnına, fermuarı açık pantolonuna kadar takip etti. “Özür dilerim,” diye fısıldadı kadın, bir gözyaşı damlası kirli yanaklarından aşağıya süzülürken.

“İşte yine başladın.” Kaptan koltuğuna geri döndü. “Kibar olmanın planlarımı değiştireceğini gerçekten, ama gerçekten düşünüyor musun?” Nezaket ağır ağır yanan bir öfke yaratıyordu içinde. “Nezaketin benim için ne anlama geldiğini biliyor musun?” Bir yanıt bekliyordu. Kadın dudaklarını ıslatmaya çalıştı, ama dili bir kâğıt kadar kuruydu. Boynundaki şahdamarı, sanki oraya küçük bir kuş sıkışıp kalmış gibi, gözle görülür şekilde atıyordu. “Hayır.” Bunu söylerken boğulur gibi oldu, gözyaşları saçlarına ve kulaklarına doğru akmaya başladı. “Zayıflık,” dedi. Birkaç kurbağa orkestrayı canlandırdı. Jay esirinin çıplaklığını inceledi. Solgun derisi böcek kaçıran sprey yüzünden parlıyordu. Kırmızı lekelerden hoşlanmadığı için küçük bir insaniyet gösterisiyle bu spreyi sıkmıştı kurbanının vücuduna. Sivrisinekler onun etrafında gri, kargaşalı bir fırtına yaratıyor, ama üzerine konmuyorlardı. Koltuğundan bir kez daha inip ona bir yudum su verdi, ama çoğu yanağından süzülüp gitti.

Ona cinsel amaçla dokunmak istemiyordu. Onu teknesiyle buraya getireli üç gün olmuştu, çünkü onunla yalnız kalarak konuşmak ve çıplaklığını seyretmek istiyordu. Belki vücudunun bir şekilde Kay Scarpetta’nınki haline geleceğini ummuş, ama sonunda bunun olamayacağını düşünerek büyük bir öfkeye kapılmıştı. Öfkeliydi, çünkü Scarpetta kibar değildi, öfkeliydi, çünkü Scarpetta zayıf değildi. İçeride kontrol edilemeyen bir parçası başarısız olduğuna inanıyordu, çünkü Scarpetta bir kurttu, kendisi yalnızca kuzuları yakalıyordu ve mükemmel sözcüğü bulamıyordu, o sözcüğü. Balık kutusundaki bu kuzuyla o sözcüğün aklına gelmeyeceğini fark etti, tıpkı ötekiler varken gelmediği gibi. “Sıkılmaya başlıyorum,” dedi kuzusuna. “Sana tekrar soracağım. Son bir şans. O sözcük ne?” Kadın zorlukla yutkundu, konuşmak için dilini hareket ettirmeye çalışırken sesi kırık bir aksı hatırlattı ona. Dilinin üst damağına yapıştığını Jay bile duyabiliyordu. “Anlamıyorum. Özür dilerim… ” “Şu kibarlığının canı cehenneme, tamam mı? Kaç kez daha söylemem gerekiyor?” Kadının boynundaki kuş deli gibi çırpınmaya ve gözyaşları hızla akmaya başladı. “O sözcük ne? Bana ne hissettiğini söyle. Ve sakın korktuğunu söyleme.

Sen kahrolası bir öğretmensin. Beş sözcükten daha geniş bir kelime dağarcığın olmalı.” “Ben… ben kabullendiğimi hissediyorum,” dedi kadın hıçkırıklar arasında. “Ne hissediyorsun, ne?” “Beni bırakmayacaksın. Artık bunu biliyorum.” 3 SCARPETTA’NIN INCE NÜKTESI NIC’E sıcak havalarda çakan şimşekleri hatırlattı. Normal şimşek gibi yarılıp gösteriş yapmaz, sessizce, titreşen bir ışık gibi göze çarpardı ki annesi eskiden bunun Tanrı’nın çektiği fotoğrafların flaşı olduğunu söylerdi. Tanrı yaptığın her şeyin fotoğrafını çekiyor Nic, bu yüzden uslu olsan iyi olur, çünkü bir gün Kıyamet Günü gelecek ve o fotoğraflar hepimizin görmesi için etrafta dolaştırılacak. Nic liseye geldiği zaman artık bu saçmalıklara inanmıyordu, ama sessiz ortağı olarak gördüğü vicdanının, günahlarının sonunda kendisini bulacağı konusundaki uyarılarını hiç kesmeyeceğini düşünüyordu. Ve Nic günahlarının çok fazla olduğuna inanıyordu. “Müfettiş Robillard,” diyordu Scarpetta. Kendi adını duyunca Nic şöyle bir irkildi. Dikkati tekrar küçük, karanlık yemek odasına ve orayı dolduran polislere yöneldi. “Gecenin ikisinde telefonunuz çalsa ve kötü, çok kötü bir olay yerine çağrılsanız, daha önce de birkaç kadeh içki içmiş olsanız ne yapardınız, bize anlatın,” dedi. “Ayrıca en başta şunu da söylemeliyim ki gerçekten kötü bir suç mahalli olduğunda kimse uzakta kalmayı istemez.

Bunu itiraf etmek istemeyiz belki, ama gerçek bu.” “Ben fazla içmem.” Nic, sınıf arkadaşları homurdanmaya başlayınca bu açıklaması yüzünden pişmanlık duydu. “Sevgili Tanrı’m, nerde yetiştin sen, Pazar Okulu’nda mı?” “Demek istediğim şu ki, istesem de içemem, çünkü beş yaşında bir oğlum… ” Nic’in sesi gitgide kısılırken ağlamak istediğini hissediyordu. Ondan ilk kez bu kadar uzak kalıyordu. Masa sessizleşti. Utanç ve ne yapacağını bilememe hali havayı durgunlaşırdı. “Hey, Nic,” dedi Temel Reis. “Resmi yanında mı? Adı Buddy,” dedi Scarpetta’ya. “Resmini görmeniz gerek. Bir midillinin üstünde oturan gerçekten çok sevimli küçük bir adam… ” Nic artık iyice eskiyip yumuşamış, sürekli çıkarıp baktığı için arkadaki yazısı solmuş, cüzdan büyüklüğündeki fotoğrafı çıkarıp etrafta dolaştıracak havada değildi. Temel Reis’in konuyu değiştirmesini ya da yeniden sessiz kalmasını diledi. “Kaçınızın çocuğu var?” diye sordu Scarpetta masadakilere. Bir düzine kadar el havaya kalktı. “Bu işin -belki de görevin demeliyimen acı veren, belki de en kötü yanlarından biri onları ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım sevdiklerimize yaptıklarıdır,” dedi Scarpetta.

Hiç de sıcak şimşek değil, diye düşündü Nic. Yalnızca dokunması çok hoş ve serin olan ipeksi, koyu bir karanlık, diye düşündü Nic, Scarpetta’yı seyrederken. Nazik biri. O ürkütücü korkusuzluğun ve zekânın ardında nazik ve yumuşak. “Bu işte ilişkiler aynı zamanda ölümcül de olabilir. Genellikle de öyledir,” diye devam etti Scarpetta. Her zaman bir şeyler öğretmeye çalışırdı, çünkü zihnindekileri paylaşmak, uzak tutmada ustalaştığı duygularına dokunmaktan çok daha kolaydı onun için. “Eee, doktor, sizin çocuğunuz var mı?” diye sordu, San Francisco’lu, olay yeri incelemeden Reba yeni bir viskiye başlarken. Artık dili dolaşıyordu ve hiçbir ölçüsü kalmamıştı. Scarpetta tereddüt etti. “Bir yeğenim var.” “Oh evet! şimdi hatırladım. Lucy. Haberlere çok çıkıyor. Ya da çıkıyordu, demeliyim… ” Aptal, sarhoş salak, diye sessizce söylendi Nic öfkelenerek.

“Evet, Lucy, benim yeğenim,” diye yanıtladı Scarpetta.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir