Tami Hoag – Deer Lake Serisi – 1 – Gece Günahları

Gerilimin artık yeni ve modern bir ustası var: Tami Hoag. Tami Hoag’ın bütün kitapları, son cümlesine kadar sizleri heyecanın doruklarında tutan türde gerilimler. Herkes birşeylerden korkar…Neredeyse suçun ne demek olduğunun unutulduğu, huzur içinde uyuklayan kendi halinde bir Minnesota kasabası… yaşanabilecek en korkunç karabasanla yüzleşmek üzere. Küçük bir çocuk ortadan kaybolur. Tanık yok, ipucu yok. Yalnızca küçük bir not… alaycı ve umarsızca zalim bir not. Soğukkanlı bir şantajcı mı… yoksa uzun zamandır sessiz kalmış bir dizi cinayetler katilinin yeniden uyanışı mı?Genç, kararlı ve güçlü bir kadın polisin kendini kanıtlaması beklenen ilk görevi… Ayrıca, büyük kentin kötülüklerinin kendi küçük kasabasını sarmasından korkan yerel bir polis şefi… Birlikte, sınır tanımayan bir çılgın adamın (kimbilir belki de bu kitabın devamı olan Günah Kadar Suçlu’da ortaya çıkacak olan bambaşka adamların) peşindeler. Belki de bir daha asla kendini güvende hissetmeyecek bir kasabayı yeniden güvene kavuşturmaya çalışıyorlar. Gece Günahları eksi 48 derecelere inen bir soğukta hızlı başlıyor ve ürpertici sona kadar tempoyu düşürmüyor.Tami Hoag… elinizden bırakamadığınız, son cümlesine kadar nefes nefese kaldığınız türden gerilimlerin yazarı.


27 AĞUSTOS 1968 Cesedi bugün buldular. Beklediğimiz kadar çabuk değil ama. Onları fazla üstün gördüğümüz anlaşılıyor. Polis bizim kadar kurnaz değil. Kimse değil.


Kaldırımda durup izledik. Ne zavallı bir sahne. Koca koca adamlar çalılıkların arasına girmiş kusuyorlar. Parkın o köşesinin çevresinde dönüp durdular, çimenleri ezdiler, ağaçların dallarını kırdılar. Tanrı’ya seslendiler ama Tanrı onlara ses vermedi. Hiçbir şey değişmedi. Gökten yıldırım düşmedi. Kimseye neden bildirilmedi. Ricky Meyers ölü kaldı, kolları iki yana açık, spor ayakkabılarının burnu havaya dönük. Işıkları yanarak cankurtaran geldiğinde oradaydık. Başka polis otomobilleri de geldi. Sonra kasabadan gelenlerin otomobilleri. Biz kalabalığın arasında durduk ama bizi kimse görmedi, kimse bize bakmadı. Ama biz gerçekten, onların üzerindeyiz, onların ötesindeyiz ve onlar bizi göremezler. Onlar kördür ve aptaldır ve safçasına güvenirler.

Bize bakmayı asla akıl edemezler. Bizler on iki yaşındayız. 12 OCAK, 1994, BİRİNCİ GÜN 17:26 -5,5°C J osh Kirkwood ve en iyi iki arkadaşı soyunma odasından olanca sesleriyle bağırarak, soğuk ve karanlık öğleden sonrasına çıktılar. Soluklan buhardan bulutlardı. Kayadan kayaya sıçrayan dağ keçileri gibi basamaklardan atlayarak tepenin yamacındaki karlara kalçalarına kadar baĴılar. Hokey sopalan ve çantaları kaydı karların üzerinde. Onların ardında da çılgın renkli kayak ceketleri ve parlak yün başlıklarıyla Üç Kafadar geldi. Üç Kafadar. Brian’ın babası öyle derdi onlara. Brian’ın ailesi Colorado’da Denver’den Minnesota’nın Deer Lake’ine gelmişti ve babası hâlâ esaslı bir Bronco hayranıydı. Bronco takımının Üç Kafadar diye gerçekten esaslı oyuncuları olduğunu söylerdi. J osh ise Viking taraftarıydı. Ona kalırsa, -formaları güzel olduğu için belki- Raiders dışında diğer takımların hiçbiri beş para etmezdi. Bronco’ları sevmezdi ama Üç Kafadar lakabından hoşlanırdı. Bir yığın halinde yokuşun altına kadar yuvarlandıkları anda MaĴ, “Biz Üç Kafadarız!” diye bağırdı.

Başını geri atıp kurt gibi uludu. Brian ile J osh da ona katıldı, gürültüden Josh’un kulakları çınladı. Brian katıla katıla gülüyordu. MaĴ sırtüstü uzanıp kollarını, bacaklarını iki yana açıp kapayarak sanki yokuş yukarı yüzüyormuş gibi karların üstünde debelendi. Antrenör Olsen buz pistinden çıkarken Josh doğruldu ve bir köpek gibi silkindi. Olsen yaşlıydı, en az kırk beşinde vardı, şişman ve kel kafalıydı ama iyi bir antrenördü. Çok bağırır ama çok da gülerdi. Hokey mevsiminin başında, eğer fazla aksilenirse kendilerinin henüz sekiz yaşında olduklarını hatırlatmalarını söylemişti. Takım bu işle J osh’u görevlendirmişti. J osh takımın iki kaptanından biriydi ve aslında hiç açığa vurmazsa da bu sorumluluğu yüklenmek pek hoşuna gidiyordu. İşini iyi yaparsan böbürlenmeye gerek yoktu. İyi bir iş kendini belli ederdi. Antrenör Olsen avcı şapkasının kulaklıklarını çekerek merdivenden aşağı inmeye başladı. Burnunun ucu soğuktan kızarmıştı. Ağzından çıkan soluğu bir bacadan çıkan duman gibi başının çevresinde yükseliyordu.

“Bu akşam evlerinize gitmek için aracınız var mı?” Hep bir ağızdan karşılık verdiler, gürültü yaparak, komiklik ederek adamın dikkatini üzerlerine çekmek istediler. Olsen güldü, teslim oluyormuş gibi eldivenli ellerini kaldırdı. “Tamam tamam! Beklerken üşürseniz pist açık. Telefon etmek isterseniz Olie içerde.” Koç ondan sonra her Çarşamba olduğu gibi sevgilisinin otomobiline atladı ve Grandmas AĴic’te yemek yemeye giĴiler. Çarşambaları Grandma’nın köfte gecesiydi. Menüde Yiyebildiğiniz Kadar yazardı. Josh, Olsen’in biraz fazlaca yiyeceğini düşünürdü. Gordie Knutson Arenası önündeki yuvarlak araba yolunda minivanlar, steyşin vagonlar harekete geçti, kapılar çarpıldı, egzozlar öksürdü. Çeşitli Çocuk Ligi takımlarından çocuklar sopalarını ve çantalarını bagajlara yerleştirip annelerinin ya da babalarının kullandıkları araçlara bindiler, antrenmanda yaptıkları oyunları anlatmaya koyuldular. MaĴ’in annesi, J osh’a Uzay Yolu’ndan gelmiş gibi görünen yeni otomobilleriyle önlerinde durdu. MaĴ eşyalarını topladı, omzu üzerinden arkadaşlarına veda edip koştu. Başında parlak kırmızı yün başlık olan annesi yanındaki koltuğun camını indirdi. “Josh, Brian, sizin arabanız var mı?” “Annem geliyor” dedi J osh ve birden onu görmek istedi. Annesi hastane dönüşünde kendisini alacak, sonra Pizza Kulesi’nde durup akşam yemeği için pizza alacaklardı ve annesi antrenmanda neler yaptıklarını öğrenmek isteyecekti.

Gerçekten öğrenmek isteyecekti hem de. Babası gibi değil. Babası yalnızca dinlermiş gibi yapardı. HaĴa bazen sessiz olması için J osh’u azarlardı da. Sonraları mutlaka özür dilerdi ama J osh yine de kendini çok kötü hissederdi. Brian, “Ablam gelecek” diye seslendi. Bayan Connor arabayı sürerken de alçak sesle, “Ablam Beth Mankafa” diye ekledi. Josh arkadaşını iterek, “Mankafa olan sensin!” dedi. Brian da onu iterken ağzında, ön dişlerinin olduğu yerde üç iri boşluk görünüyordu. “Mankafa!” Brian bir avuç kar alıp J osh’un yüzüne fırlaĴı, sonra dönüp koştu, merdivenleri çıkıp tuğla binanın yan tarafına giĴi. J osh bir savaş çığlığı atıp ardından koştu. Saldırı oyunlarına öyle dalmışlardı ki, dünya artık kendileri için yok denilebilirdi. Biri ötekini kovalayıp yüzüne, sırtına, ceketinin yakasından içeri kartopu atmaya çalışıyordu. Başarılı bir atıştan sonra roller değişiyor, bu kere avlanan avcı oluyordu. Avcı avını yüze sayana kadar bulamazsa avlanan bir puan alıyordu.

J osh saklanmakta çok ustaydı. Yaşına göre epey küçük ve kurnazdı, bu bileşim de Saldırı gibi oyunlarda çok işine yarıyordu. Brian’ın ensesine bir kartopu indirip dönüp kaçtı. Brian üstündeki karları silkeleyemeden J osh binanın yanındaki havalandırma tesisatı birimlerinin arkasına gizlenmişti bile. Silindirler kış ayları için brandayla kaplı olduğundan, rüzgârı önlüyordu. Sokak ışıkları da oraya kadar erişemiyordu.J osh Brian’ın bir çöp kutusu çevresinden dikkatle dolandığını, bir gölge görünce üzerine atılıp sonra çekildiğini görünce kıs kıs güldü. En güzel saklanma yerini bulmuştu işte. Eldivenli parmağının ucunu yalayarak havada kendisine bir puan çizdi. Brian, park yerini panayır alanından ayıran çalılıklardan birine yöneldi. Dilinin ucunu ağzından çıkarmış bir halde yaklaşıyordu çalılıklara. J osh’un daha ileri gitmediğini umuyordu. Yılın bu mevsiminde panayır yeri dünyanın en ürkütücü köşesiydi. Bütün binalar boş ve karanlıktı, çevrelerinde rüzgâr uğulduyarak dönüyordu. Brian bir korna sesi duyunca kalbi gümleyerek geri döndü.

Ablasının Rabbit’i köşeden görününce düşkırıklığıyla homurdandı. “Acele et, Brian! Bu gece geçit töreni provam var!” “Ama…” “Aması maması yok, gerzek!” diye kestirip aĴı Beth HiaĴ. Rüzgâr uzun sarı saçlarını yüzünün ön tarafına savuruyordu. Soğuktan bembeyaz kesilmiş çıplak eliyle saç demetini kulağının arkasına sıkıştırdı. “Bin arabaya haydi!” Brian içini çekerek elindeki kartopunu aĴı, hokey sopasıyla çantasına doğru yürüdü. Namussuz Beth, Rabbit’in motorunu çalıştırdı, vitesi taktı ve sanki kardeşini geride bırakacakmış gibi ilerledi. Bunu bir kere daha yapmış ve ikisi de fena azarlanmışlardı ama Beth kendisini suçladığı için kabak Brian’ın başında patlamış, ablası dört gün boyunca kendisine işkence edip durmuştu. Brian oyununu ve geride kalan arkadaşını unutup eşyalarını kaptığı gibi otomobile koştu. Bir yandan da ablasından bunun intikamını almayı düşünüyordu. J osh havalandırma birimlerinin ardından Beth HiaĴ’ın sesini duymuştu. Sonra otomobil kapılarının çarpılarak kapandığını ve Rabbit’in hareket eĴiğini duydu. Eh, bu oyun da burada sona ererdi. Josh saklandığı yerden çıkıp yine binanın önüne geldi. Park yerinde bir tek Olie’nin eski ve paslı Chevy kamyoneti kalmıştı. Bir sonraki antrenman bir saat sonra başlayacaktı.

Araba yolunda da kimseler yoktu. Sayısız tekerleğin altında sımsıkı olmuş kar, sokak ışıklan altında sütbeyazı mermer kadar sert ve parlaktı. J osh sol eldivenini çıkardı, ski ceketinin kolunu yukarı çekip Tim Amca’nın Noel armağanı olarak gönderdiği saate baktı. Kadranı siyah ve iriydi; bir sürü düğmesi ve göstergesiyle bir dalgıcın ya da bir komandonun takabileceği bir şeyi andırıyordu. J osh kimi zaman bir komandoymuş gibi davranırdı, dünyanın en tehlikeli insanıyla karşılaşmaya hazırlanan bir komando. Saatin kadranındaki rakamlar karanlıkta yeşil yeşil parlıyordu: 5:45. J osh otomobil farlarını, annesinin direksiyonunda olacağı küçük kamyoneti görmeyi umarak sokağa baktı. Sokak karanlıktı. Yolun iki yanındaki evlerin pencerelerinde ışıklar vardı. O evlerde insanlar akşam yemeği yiyorlar, televizyonda haberleri izliyorlar, günleri hakkında konuşuyorlardı. Dışarıda tek ses, sokak lambalarının vızıltısı, soğuk rüzgârın ölü kış ağaçlarının kuru dallarını sallarken çıkardığı çatırtıydı. Gökyüzü karaydı. Josh yalnızdı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir