Tess Gerritsen – Rizzoli ve Isles Serisi 2 – Çırak

Bugün bir adamın gözlerimin önünde can verişine tanık oldum. Beklenmedik bir olaydı bu ve ben böyle trajik bir şeyin hemen dibimde cereyan etmesine şaşkınım hâlâ. Yaşamımızdaki en heyecan verici şeyler hep beklemediğimiz zamanlarda olduğu için bu özel anların tadını çıkarmayı öğrenmeli, çoğunlukla tekdüze geçen zamanı süsleyen bu ender heyecanların kıymetini bilmeliyiz. Burada, duvarların arkasındaki bu dünyada zaman yavaş akıyor. Burada herkes bir numaradan ibaret; isimlerimizle ya da tanrı vergisi yeteneklerimizle değil işlediğimiz günahlarımızla ayrılıyoruz birbirimizden. Tek tip giyiniyoruz, aynı yemekleri yiyoruz, arabayla dolaştırılan aynı eski püskü kitapları okuyoruz. Günler birbirine benziyor. İnsanı sarsan böyle korkunç olaylar da olmasa hayatın heyecan verebileceğini hatırlayacağımız yok. Her şey bugün oldu işte, 2 Ağustos günü yani. Gün tam da benim sevdiğim gibi, sıcak ve güneşli geçmişti. Diğer adamlar tembel inekler gibi kan ter içinde gölgelere kaçışırken ben spor sahasının ortasında durup yüzümü güneşe döndüm sıcağa aç bir kertenkele gibi. Gözlerimi de kapatmıştım; ne bıçağın saplanışını ne de adamın sendeleyip düşüşünü gördüm yani. Ama telaşlı seslerini duyunca gözlerimi açtım. Sahanın ucunda kanlar içinde bir adam yatıyor. Diğer herkes hiçbir şey görmedim, hiçbir şey bilmiyorum maskelerini takmış, uzaklaşıyorlar oradan.


Yerde yatan adamın yanına giden bir tek ben oluyorum. Bir an için durup ona bakıyorum. Gözleri açık ve çaresiz; pırıl pırıl gökyüzünü kapatan karanlık bir perde gibi çökmüşüm herhalde üzerine. Sarı saçlı, sakalları daha yeni gürleşmeye başlamış genç bir çocuk. Ağzını açtığında pembe pembe köpükler çıkıyor. Göğsü kızıla boyanmış. Yanında diz çöküp gömleğini açıyorum. Göğüs kemiğinin hemen solunda yarası. Bıçak kaburgaların arasından geçip akciğeri delmiş, belki de kalp zarına kadar inmiş. Yarası ağır ve o da farkında bunun. Benimle konuşmaya çalışıyor ama dudakları hareket ederken ses çıkmıyor, gözleri beni seçemiyor. Belki de yaklaşıp son itiraflarını duymamı istiyor ama söyleyecekleri benim umurumda değildi ki. Benim merak ettiğim şey daha çok yarası. Akan kanı. Kanla ilgili her şeyi bilirim.

Yapıtaşlarına kadar bilirim. Elimden sayısız kan tüpü geçmiştir. Kırmızısının her tonunu gördüm hayranlıkla. Santrifüjden geçirip bir tarafta sıkışık halde hücreler, diğer tarafta sarı renkli serumların oluşunu kim bilir kaç kez izlemişimdir. Parıltısını, ipeksi dokusunu bilirim. Taze açılmış bir yaradan, saten dereler gibi akışını görmüşümdür. Şimdi kan adamın göğsünden, kutsal bir pınardan gelen su gibi fışkırıyor. Avuç içimi yaraya bastırıyorum; o sıvı sıcaklığını hissediyorum, elimi kızıl bir eldiven gibi kaplıyor kan. Genç adam ona yardım etmeye çalıştığımı düşünüp minnettarlıkla bakıyor bana. Zavallı, kısacık hayatında kimseden bir iyilik görmemiş besbelli. Şimdi beni merhamet timsali olarak görmesi ne tuhaf. Arkamdan ayak sesleri geliyor. Sağa sola emirler yağdırılıyor. “Geri çekilin! Herkes geri çekilsin!” Gömleğimden tutup ayağa kaldırıyorlar beni. Sonra da ölmekte olan adamdan uzaklaştırıyorlar.

Hepimiz bir kenara çekiliyoruz. Havada toz bulutları, bağrışmalar ve küfürleşmeler var. Ölüm aleti yerde duruyor. Bir şiş. Gardiyanlar sorular yağdırıp duruyorlar ama kimse bir şey görmemiş, kimse bir şey bilmiyor. Hiç bilmezler zaten. O kargaşada diğer mahkûmlardan biraz uzakta duruyorum her zamanki gibi. Ölü adamın kanının damladığı elimi kaldırıp o hoş, metalik kokusunu çekiyorum içime. Sadece kokusundan bile anlıyorum genç bir kan olduğunu, genç bir vücuttan geldiğini. Diğer mahkûmlar bana bakıp kaçışıyorlar iyice. Benim farklı olduğumu biliyorlar; bunu hep hissetmişlerdir. Hepsi de vahşi adamlar, ama benden çekiniyorlar; çünkü kim olduğumu biliyorlar. Yüzlerine bakıyorum teker teker. Aralarında bir kan kardeşi arıyorum. Kendimden biri.

Ama göremiyorum onu burada, bu canavarların arasında bile. Ama böyle biri var. Bu dünyada türünün tek örneği olmadığımı biliyorum. Bir yerlerde başka biri daha var. Ve beni bekliyor. 1 Sinekler üşüşmüştü bile. Güney Boston’ın sıcak kaldırımında geçen dört saat içinde et iyice pişmiş, etrafa yaydığı kimyasallar havadaki sinekler için yemek çanına benzer bir etki yaratmıştı. Vücuttan kalanlar şimdi bir örtüyle örtülmüş olmasına rağmen, açıkta kalan ufacık bir doku parçası bile yeterliydi çöpçülerin mesajı alması için. Sokak boyunca on metre çapındaki bir alana beyin ve et parçaları yayılmıştı. Kafatasının bir parçası ikinci kattaki bir saksıya düşmüş, doku parçaları park etmiş arabalara yapışmıştı. Aslında Dedektif Jane Rizzoli’nin midesi hep sağlam olmuştu ama şimdi o bile bir an duraksamış, gözlerini kapatıp yumruklarını sıkmış, gösterdiği bu zayıflıktan dolayı kendine kızmıştı. Kendini kaybetme. Kendini kaybetme. Boston Emniyet Teşkilatı’nda cinayet masasının tek kadın dedektifi olarak spotların her zaman üzerinde olduğunu iyi bilirdi. Kazandığı her başarı kadar yaptığı her hatanın da bir kenara not edildiğini öğrenmişti.

Mesela ortağı Barry Frost kahvaltıyı çoktan çıkarmış, arabaya sığınıp klimayı da açarak bulantısının geçmesini beklemeye başlamıştı. Ama Rizzoli’nin bulantıya yenik düşmeye hakkı yoktu. Sahnedeki en dikkat çekici kanun kuvveti olduğu için, güvenlik kordonunun arkasındaki kalabalık durmuş, onun yaptığı her hareketi, onunla ilgili her detayı izliyordu merakla. Hiç otuz dört yaşındaymış gibi durmadığını biliyor, bu yüzden de otoriter bir tutum sergilemeye büyük özen gösteriyordu. Boydan kaybettiklerini ise korkusuz bakışları ve dik duruşuyla kapatmaya çalışıyordu. Bir olay yerinde hâkimiyeti elden bırakmama sanatını yıllar içinde öğrenmişti. Ama bu sıcak onun kararlılığını bile zorluyordu. İlk geldiğinde üstünde her zamanki gibi ceket ve pantolon vardı; saçları da taranmış ve düzgündü. Oysa şimdi ceket gitmiş, bluzu kırışmış, havanın nemi koyu renk saçlarının dağılmasına neden olmuştu. Kokuların, sineklerin ve delici güneş ışınlarının saldırısı altındaydı sürekli. Aynı anda dikkat etmesi gereken bir sürü ayrıntı vardı. Ve bütün gözler üzerindeydi. Arkadan gelen gürültüler dikkatini çekmişti. Gömlekli kravatlı bir adam, bir devriye memuruyla tartışıyordu. “Bak, toplantıya yetişmem gerekiyor, tamam mı? Zaten bir saat geciktim.

Sense güvenlik kordonunu arabamın etrafından çevirmen yetmiyormuş gibi, kalkmış bir de arabama binemeyeceğimi söylüyorsun. Bu benim arabam be adam!” “Olay mahalline giremezsiniz beyefendi.” “Kaza olmuş işte!” “Buna henüz karar verilmedi.” “Siz bunu anlayacaksınız diye biz koca gün bekleyecek miyiz burada? Laftan da anlamıyorsunuz. Etrafta duymayan kalmadı ki!” Rizzoli yüzü terden sırılsıklam olmuş adama döndü. Saat on bir buçuktu ve güneş tepeye çıkmış, bütün şiddetiyle yakmaya başlamıştı. “Tam olarak ne duydunuz beyefendi?” diye sordu Rizzoli. Adam suratını astı. “Herkes ne duyduysa onu.” “Büyük bir gürültü.” “Evet. Saat yedi otuz falandı. Tam duştan çıkıyordum. Pencereden dışarı baktığımda adamın kaldırımda yatmakta olduğunu gördüm. Burası zaten belalı bir kavşaktır.

Beyinsiz sürücüler tam gaz geçerler buradan. Herhalde adama da bir kamyon falan çarpmıştır.” “Peki kamyon gördünüz mü siz?” “Yoo.” “Kamyon sesi duydunuz mu peki?” “Yoo.” “Araba falan da görmediniz, değil mi?” “Araba, kamyon…” Adam omuz silkti. “Vurup kaçmışlar işte.” Bütün komşuların anlattığı hikâye aynıydı. Yedi on beş ile yedi otuz arasında sokaktan büyük bir gürültü gelmişti. Olayı gören yoktu aslında. Sadece gürültüyü duymuşlar, sonra da adamın cesedini görmüşlerdi. Rizzoli adamın çatıdan atlama ihtimalini düşünmüş, ancak hemen vazgeçmişti bu varsayımdan. Bu muhitte evler hep iki katlıydı; ikinci kattan atlayan birinin vücudunun bu hale gelmesi imkânsızdı. Ayrıca bu kadar büyük bir anatomik parçalanmaya yol açabilecek bir patlamanın izlerini de görememişti etrafta. “Hey, artık arabamı çıkarabilir miyim?” diye sordu adam. “Şuradaki yeşil Ford benimki.

” “Kaputuna beyin parçalarının yapışmış olduğu araba mı?” “Evet.” “Umudun var mı hiç?” diye çıkıştı Rizzoli. Sonra oradan uzaklaşıp yolun ortasında incelemelerde bulunan adli tıp görevlisine doğru yöneldi. “Bu sokağın sakinleri tam birer geri zekâlı,” dedi Rizzoli. “Kimsenin kurbanı düşündüğü yok. Kim olduğunu dahi bilmiyorlar zaten.” Dr. Ashford Tierney ona bakmadan yolu incelemeye devam etti. Kafasında kalmış üç beş beyaz saçın altından derisi parlıyordu terden. Dr. Tierney her zamankinden daha yaşlı ve yorgun görünmüştü gözüne. Ayağa kalkmaya çalışırken elini uzatıp yardım istedi. Rizzoli elini uzatıp adama yardım ederken yorgun kemiklerin ve eklem iltihabının gıcırtısını hissetmişti. Aslen Georgia’lı olan bu ihtiyar beyefendi, Rizzoli’nin Boston’lı patavatsızlığına hiç ısınamamış, Rizzoli de adamın resmiyetine alışamamıştı bir türlü. Aralarındaki tek ortak nokta.

Dr. Tierney’nin otopsi masasından geçen insan kalıntıları oluyordu. Ama şimdi ayağa kalkmasına yardım ederken adamın ihtiyarlığına acımış, kendi büyükbabasını hatırlamıştı birden. Büyükbabasının en sevdiği torunu olmuştu hep. Belki de yaşlı adam eski mağrurluğunu ve inatçılığını görmüştü onda. İşte ona da koltuğundan kalkmasında yardım eder, felçli elinin kendi elinde hareketsiz yatışını hissederdi her seferinde. Aldo Rizzoli gibi sıkı adamlar bile zamana yenik düşüp kırılgan kemiklere ve ağrılı eklemlere dönüşüyorlardı. Rizzoli şimdi aynı ruh halini, mendilini çıkartıp terli alnını silmeye çalışan Dr. Tierney’de de görüyordu. “Kariyerimi sonlandırmak için ne de güzel bir vaka,” dedi adam. “Söyleyin bakalım, emeklilik partime geliyor musunuz Dedektif?” “Ee… ne partisi dedin?” “Hani bana sürpriz yapmayı planladığınız şu parti var ya.” Rizzoli iç geçirdi. “Evet, geliyorum,” dedi sonunda dayanamayıp. “Hah. Bunu ancak sizden öğrenebileceğimi biliyordum zaten.

Önümüzdeki hafta mı olacak?” “İki hafta sonra. Ama benden duymadın, tamam mı?” “Söylemeniz iyi oldu.” Dönüp asfalta baktı. “Sürprizleri sevmem.” “Pekâlâ, neyle karşı karşıyayız Doktor? Vur kaç mı?” “Çarpma noktası burası galiba.” Rizzoli yoldaki genişçe kan izlerine baktı. Sonra da kafasını kaldırıp üç dört metre ötede, kaldırımda yatmakta olan cesede baktı. “Çarpma ilk burada olmuş, sonra da ta oraya kadar sıçramış, öyle mi?” diye sordu Rizzoli. “Öyle görünüyor.” “Bu kadar etkili olduğuna göre epey büyük bir kamyonmuş herhalde.” “Kamyon değil,” dedi Tierney. Sonra başka bir şey söylemeden, gözleri yolda, yürümeye başladı. Rizzoli de peşinden gitti, eliyle sinekleri kovarak. Tierney on metre kadar ötede durup kaldırımın üzerindeki koyu renkli bir lekeye işaret etti. “Burada da beyin parçaları var,” dedi.

“Bunu bir kamyon yapamaz mı yani?” diye sordu Rizzoli. “Hayır. Ne bir kamyon, ne de bir araba.” “Peki kurbanın gömleğinin üzerindeki tekerlek izleri?” Tierney ayakta doğruldu. Gözleriyle sokağı, kaldırımları, binaları taradı. “Bu olay yeriyle ilgili olarak dikkatinizi çeken bir şey oldu mu Dedektif?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir