Thomas Andresen – Puhu Kuşunu Duyuyor musun

HAYIR, hiçbir şey duymuyorum.» Bu, korkulu düşlerimin başlangıcı oldu. Gece. Arabayı Ursula kullanıyor. Ben yanında uzanmış, gözlerimi kapamıştım. Ursula, ayağını gaz pedalından çekti. «Motordaki gürültüyü duyuyor musun?» diye sordu. «Hayır, hiçbir şey duymuyorum.» Doğruluyorum, kulak veriyorum. Gece. İşte bu, başlangıç oluyor… Uydurma bir başlangıç… Bir kronikçi, her başlangıcın ardından başka başlangıçlar da bulur ve başlangıçlar ön olaylar içinde kaybolur gider. Yalnız, Ursula’nın duyduğu motordaki gürültü, bana bir parolaymış gibi geldi. Ben de sahneye çıkmıştım artık. Sahneye çıkacağım, bir saat önceden haber verilmişti. Olayın kişilerinden biriydim, Ama hiçbir şey bilmiyordum.


Nişanlısıyla geziye çıkan temiz kalpli bir insanım. «En iyisi durayım,» dedi Ursula. Arabayı yolun kenarına çekti. Birşey olmuştu. Bu, programımda olmayan bir olaydı. «Motorda hiçbir şey bulamadım,» dedim. «Neyin var bilmiyorum. Bırak ben kullanayım arabayı! Birşey mi oldu?» Sözlerim, düşüncelerimden hızlıydı. Anlamsız bir soru gibi dilimin ucuna gelmişti. Oysa bilincimde ‘kuşku’ falan yoktu. Hareket ederken far ışıklarına bir yaratık fırladı, yolun ortasına dikildi, kollarını yana açarak bağırdı: «Dur!» Fren yaptım, kapıyı açtım. Çocuk denecek kadar genç bir adamdı. Saçı başı dağınıktı. Önce, ‘zengin ailelerin şımarık çocuğu,’ diye geçirdim aklımdan. Belki de bugün aldığı kazağı içinde şık görünüyordu.

«Acaba beni…» dedi soluk soluğa. «Acaba beni doktora götürebilir misiniz?» «N’oldu?» dedim. «Bir kaza oldu. Hemen bir doktora ihtiyacımız var» Ursula’nın, bileğimi kavrayan elini hissettim. «Ben doktorum,» dedim çocuğa; «Ne kadar uzakta?» «Aşağı yukarı beş kilometre…» «Arabaya binin!» İKİNCİ BÖLÜM ELENSBURG’DAN ayrılalı daha onbeş dakika olmuştu. Gece yolculuğu, benim fikrimdi. Yalnız zamandan kazanmayı düşünmemiştim. Gece yolculuğunu severdim. Farların dönemeçlerde önce ağaçları, sonra da yolu aydınlatışı çok hoşuma giderdi. Ursula’yı, oturduğu küçük evden almıştım. Evin zilini çaldığımda saat dokuzbuçuktu ya da dokuzbuçuğa bir dakika vardı. Dakik olmak aslında insanı küçültür, insanlık dışı bir davranıştır, sevgiye değer bir karakter özelliği değildir. Yanlış ya da doğru, kendi karakteri ile insan, bir savaş içine girer. Ursula dakik değildir. Ama bu sefer yanılmıştım.

Hazırlanmış, saçlarını taramış, makyajını yapmıştı. Teninin üstündeki parfüm damlaları duman duman havaya uçar gibiydi. Deri bavulunu büyük bir ustalıkla hazırlamıştı. Telefon! «Ah, yine mi telefon!» dedi, Ursula. Yine! Ursula’nın kızgınlığını biraz geç fark etmiştim. O sıralarda geç fark ediyordum her şeyi. Ursula, oturma odasındaki telefona giderken kapıyı kapadı. Kadınlar her şeyin açık olmasını istemezler, biliyorum bunu. Oysa ben, kadınları kadın oldukları zaman severim genellikle. Konuşmalara kulak vermemezlik de etmedim doğrusu. Ursula yavaş konuşuyordu. Fakat kapının kalın olmayışı sesinin duyulmasını engellemiyordu. «Biraz önce geldi. Hemen yola çıkıyoruz,» dedi Ursula. Yanıma geldiğinde, «Tiyatrodan bir arkadaşım telefon etti,» dedi.

«Bir adres öğrenmek istiyormuş.» Ona, telefon edenin kim olduğunu sormamıştım. Hatta bakışlarımla bile o havayı yaratmadım. Yüzüne bakıyordum. Güzel olduğunu düşünüyordum. Kafamda güzelliğinden başka birşey yoktu. Güzelliğini düşünürken bir sıcaklık hissettim. Dakikliğine bir çizgi çekip daha duygusal davrandım. Ursula beni yaralamadan, sanki ne istediğimi bilmiyormuş gibi davramyor, hamlelerimi karşılıksız bırakıyordu. Ursula tiyatro oyuncusuydu. İyi olmaktan çok, akıllı bir oyuncu. En kötü bir oyunu bile iyi oynardı Ondan sert sözler istendiği zaman sert sözler kullanırdı. Akülı, sakin bir oda tiyatrosu oyuncusuydu. Fakat uyamadığı bir sürü roller vardı. Kötü rolleri iyi oynamak için çaba harcamazdı.

«İlk bir saat, arabayı ben kullanabilir miyim?» dedi. Her saatta bir nöbetleşe araba kullanacağımıza karar vermiştik. Ursula araba kullanmasını çok seviyordu. «Olur, ama dikkatli kullan!» dedim. Direksiyonun başına geçtiği zaman soylu ama sinirli bir varış atı gibi titredi. Onbeş dakika önce olmuştu bu. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ANAYOLDAN ve onun asfaltından ayrıldık, sola doğru kumlu, taşlı bir yola saptık. Sapar sapmaz keskin virajlar başladı. Yol işaretleri yoktu. Bilinmeyen bir yere gidiyorduk. Yolun durumu hakkında delikanlı beni uyarmıştı. Araba kasislerde zıplayıp duruyordu. Başlangıçta sağlı sollu, tek tük evler vardı. Biraz sonra yol ikiye ayrıldı. Issız bir yere gidiyorduk.

Yolun kenarındaki kısa boylu ağaçlar, çalılıklar gittikçe yaklaşıyor gibiydi. Çam ağaçları, ladin, köknar ağaçları ve bunların aralarına gerilmiş alçak dikenli teller vardı Giderek ağaçlar sıklaştı ve kara bir orman silüeti çıktı ortaya. Çok uzun bir yolculuğa çıkmış gibi duydum kendimi. Yol gittikçe daralıyordu. Çalılıklar da arabayı dar bir yola zorluyordu. Karoseriye dallar çarpıyordu. Farların ışığında birdenbire bir ev belirdi. Gazdan ayağımı çektim. Far ışığı kırık camların arasından karanlığa uzanıyordu. Yarı açık yosunlaşmış bir kapı, kırık dökük bir çatı, kirli, dökük bir badana… Bırakılmış, harap bir ev vardı karşımızda. «Sağa sapın!» dedi çocuk. Birkaç dar yoldan daha geçtik ve en sonunda hedefimize vardık. Kocaman, bakımlı, güzel görünümlü bir köy evine geldik. Beyaz boyalı, ağaç kapı açıktı. Demir fenerlerin yanında bir erkek duruyordu.

Adam büyük boylu iri yapılıydı. Şakakları kırlaşmıştı, ama saçları yirmi yaşındaki bir gencin saçlarım andırıyordu. Gözleri de yirmi yaşındaki bir gencin gözleri gibi sabırsızdı. Yine de elli yaşından aşağı olamazdı. Arabanın kapısını açtı. «Doktor musunuz?» dedi. «Evet, hasta nerede?» «Çabuk gelin!» Ama bu yüz… Bu yüzü bir yerde görmüştüm. Arabadan aceleyle çıktık. Bir köpek havladı. «Bavulu almak istemiyor musunuz?» diye sordu Ursula. Bavul derken, benim küçük doktor çantamı söylemek istiyordu. Her zaman arabada bulundururdum. Bagajdan çantamı aldım. «Adım Walter Haun,» dedi adam telâşla, «Belki bu adı duymuşsunuzdur.» Belki de.

Çünkü yüzünü tanıyordum zaten. Aceleyle önden gitti. Zevkle döşenmiş bir avluya geldik. Birşey kutlamışlar, diye düşündüm. Ortalık rom kokuyordu. Ama görünürde birşey yoktu. Ha evet. Bir de parfüm kokusu. Bu gibi eğlencelerde parfüm kokusu olmalıydı. Evde çok az ışık vardı. Kapının biri açıktı. Odanın birinde kuyruklu bir piyano gördüm. Piyanonun başında genç bir adam oturuyordu. Bizi duyunca başını çevirdi, dudaklarını oynattı. Sanki küfür ediyordu.

Walter Haun merdivenlerden yukarı çıktı. Biz de onu izledik. Odanın birinden koridora ışık vuruyordu. Kapıda benden biraz daha genç bir adam bekliyordu. Ya yirmiyedi ya da yirmisekiz yaşlarında olacaktı. Walter Haun’a çok benziyordu. Herhalde oğluydu. «İşte, doktor geldi,» dedi bağırarak. Çift yataklı bir odaya girdik. Yatağın üstüne bir kız uzanmıştı. Sarıbeyaz karışımı saçlarıyla bir kadın da üzerine eğilmişti. Elleriyle kızı okşuyordu. Elleri kırışmıştı ve titriyordu. «Bizi şimdi doktorla yalnız bırak, Gerda!» dedi, Walter Haun. Yataktaki kız gençti.

Gözleri kapalıydı. Sanki yüzünde beyaz ipekten bir maske vardı. Ve bu yüz ıslaktı. Yanaklarından gözyaşı gibi bir damla süzüldü. Bu, ölüm teriydi. Beyaz çarşafın üstünde yanmada şeklinde koyu renkli bir kan izi vardı. Vücudunu saran örtüyü çektim. Kız, altında çıplaktı. Sargılar ve bantlar, bütün kanı emmişti. «N’oldu?» diye sordum. Akort sesi evde bir feryat gibi yükseldi. Kırık dökük bir müzik gibiydi. «Knut’u piyanonun başından kaldırın!» diye bağırdı, Walter Haun.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir