Cesare Pavese – Tepedeki Ev

Eski günlerde bile, hani deniz, orman der gibi, tepe denirdi. Akşamları kararan kentten oraya dönerdim ve tepe benim için yalnızca bir yer değil, nesnelerin bir görünüm biçimi, bir yaşama tarzıydı. Sözgelimi o tepelerle, çocukluğumda oynadığım, şimdi de yaşadığım bu tepeler arasında bir ayrım görmüyordum: Her zaman nereye varacağı belli olmayan, yılankavi bir toprak parçasıydı, kimi yeri ekili, kimi yeriyse yabanıl; karşıma kimi yollar çıkardı, kimi mandıralar, kimi uçurumlar. Sanki gece alarmlarının dehşetinden kaçarmışçasına, akşam oldu mu ben de tırmanıyordum; yollar karınca gibi insan kaynıyordu, zavallı insancıklar şiltelerini bisikletlerine ya da sırtlarına yükleyip kırlarda uyumak için toplaşırlardı: Konuşurlar, tartışırlar, sevgi ve inançla kaynaşıp eğlenirlerdi. Yokuşa sardın mıydı herkes başlardı tutuklu kentten, geceden, yakındaki korkulardan söz etmeye. Uzun zamandan beri yukarıda yaşayan ben, onların yavaş yavaş saptıklarını, seyreldiklerini görür, sonra da bir an gelir ve artık çalıların ve çitlerin arasından tek başıma tırmanmaya başlardım. İşte o zaman yürürken dikerdim kulaklarımı, gözlerimi tanıdık ağaçlara çevirirdim, toprağı ve her şeyi derin derin koklardım. Hüzünlerim yoktu, biliyordum ki gece bütün kent alev alev yanabilir, insanlar ölebilirdi. Ne var ki uçurumlar, kırlar ve patikalar her zamanki gibi ve dingin bir sabaha uyanacaklardı. Meyve bahçelerine açılan pencereden ben gene sabahı görecektim. Bir yatağın içinde uyuyacaktım, bu kesindi. Kırlarda ve ormanlarda geceleyen kalabalıklar benim gibi gene kente ineceklerdi, yalnızca onlar benden daha bitkin ve üşümüş olacaklardı. Yazdı, kentte oturduğum, yaşadığım başka akşamları anımsıyordum, ben de gecenin ilerleyen saatlerinde şarkılar söyleyerek, gülerek kenti yaşardım, binlerce ışık tepeyi ve yolun sonundaki kenti ışıtırdı. Kent sanki bir ışık gölüydü. O zamanlar geceler kentte geçirilirdi.


Zamanın bu kadar kısaldığı bilinmiyordu. Dostluklar ve günler en önemsiz rastlantılarla tüketiliyorlardı. Başkaları ile ve başkaları için yaşanıyordu, ya da öyle sanılıyordu. Böylesine uzun süreli bir hayal olan bu öyküye başlamadan önce başıma gelenlerin savaşla ilgisi olmadığını söylemeliyim. Hatta, eminim. Savaş beni hâlâ kurtarabilir de. Savaş başladığında, ben bir süredir, birkaç odasını kiraladığım şu tepedeki villada yaşıyordum; beni Torino’ya bağlayan işim olmasa, ötedeki tepelerde yaşayan yaşlı ana-babamın yanına çoktan dönmüş olurdum. Savaş beni yapayalnız olmaya, yılları ve yüreğimi tek başıma yiyip bitirmeye mahkûm etti ve günün birinde fark ettim ki koca köpeğim Belbo elimde kalan tek ve son sırdaşımdı. Savaşla birlikte içe kapanmak, günü gününe yaşamak, yitirilen fırsatlar için pişmanlık duymamak yasal bir durum oldu. Ama gene de denebilir ki benim uzun zamandır beklediğim ve bel bağladığım savaş öylesine alışılmadık ve uzundu ki pek az bir zahmetle insan yuvasına başını sokabilir, tepedeki eve sığınabilir ve bırakırdı savaş kentin göklerinde uğuldasın. Şimdi öyle şeyler oluyordu ki yakınmadan, neredeyse hiç konuşmadan yaşamak bir davranış biçimi sayılıyordu. Gençliğimin içine kapandığı o bir tür sağır kin, savaşla birlikte bir mağara ve bir ufuk bulmuştu kendine.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir