Edith Wharton – İki Kız Kardeş

New York’ta trafiğin miskin atlı arabaların hızında seyrettiği, sosyetenin Müzik Akademisinde Christine Nilsson’u alkışladığı ve Hudson Nehrindeki günbatımlarının tadını Ulusal Tasarım Akademisinin duvarlarında çıkardığı günlerde, tek bir vitrini bulunan, göze batmayan bir dükkânı da Stuyvesant Meydanı’na bitişik mahallenin kadın sakinleri beğenip tercih ediyorlardı. Çok küçük bir dükkândı burası, gözden düşmüş bir yan sokakta, berbat bir bodrum katındaydı; vitrinde teşhir edilen çeşitli şeylerden ve vitrinin tepesindeki tabelada okunan kısa yazıdan (sadece “Bunner Kardeşler” yazıyordu orada, siyah zemin üzerine yaldızlı kabartma harflerle), burası hakkında bilgi sahibi olmayan birinin içeride ne iş yapıldığını tahmin etmesi güçtü. Ancak bunun pek önemi yoktu, çünkü ünü öylesine o mahalleyle sınırlıydı ki, o dükkânın yaşamasını sağlayan müşteriler Bunner Kardeşler’de ne tür “mallar” bulabileceklerini neredeyse ezbere biliyorlardı. Bunner Kardeşler’in bodrumunu kullandıkları bina bir meskendi, tuğla cepheliydi, gevşemiş menteşelere tutunan yeşil panjurları ve dükkânın üstündeki pencerede bir terzinin tabelası vardı. Üç katlı mütevazı yapının iki yanında, çatlamış ve zedelenmiş kahverengi taştan cepheleri, dökme demirden balkonları, büklümlü parmaklıklar ardında kedilerin cirit attığı yeşil alancıklarıyla daha yüksek binalar yer alıyordu. Bu yapılar da bir zamanlar meskendi ama şimdi birinin bodrum katını ucuzcu bir lokanta işgal ediyordu, ötekiyse, ortasındaki balkonunu saran budaklı mor salkımların üstünden Mendoza Aile Oteli olarak sunuyordu kendini. Ana kapısında sürekli yığılı duran çöp varilleri ve perdesiz pencerelerinin kirli yüzeyi, Mendoza Otel’e gelen ailelerin pek de yüksek zevk sahibi olmadıklarını belli ediyordu, yine de bütçelerinin elverdiği ve mal sahibinin bu konuda tanıdığı hakkın da oldukça ötesinde titizlik gösteriyorlardı mutlaka. Bu üç bina sokağın genel görünümünün iyi birer örneğiydi, sokak doğuya doğru uzanırken bakımsızlık yerini hızla sefalete bırakıyordu, sokağa sarkan tabelaların ve kırmızı burunlu adamların ya da kırık testiler taşıyan solgun benizli küçük kızların dokunuşuyla usulca açılan ya da kapanan döner kapıların sayısı artıyordu. Sokağın ortası irili ufaklı çukurlarla doluydu, rüzgârın uzun, bakımsız sokak boyunca savurduğu toz, saman ve bükülmüş kâğıt birikintilerini barındırmak için pek uygundu bunlar; gelip geçenin fazla olduğu bir günün sonuna doğru çatlak kaldırımlar renkli el ilanlarının, domates konservesi kapaklarının, puro izmaritlerinin ve muz kabuklarının oluşturduğu bir mozaiğe dönüşür, bu birikintiler havaya göre ya bir çamur tabakasıyla birbirine yapışır ya da toza bulanırdı. Bu iç karartıcı çöplerin manzarasından kaçıp sığınılacak tek yer Bunner Kardeşler’in vitriniydi. Orasının camları hep tertemiz olurdu, vitrinde sergilenen yapay çiçekler, oyalı pazen şeritler, tel şapka kalıpları ve ev yapımı turşu kavanozları bir müzenin camlı vitrinlerinde uzun zaman saklanmış nesnelerin bulanık grimsi rengine çalsa da, vitrinin gerisinde, yanı başındaki pislikle hoş bir tezat oluşturan düzenli tezgâhlar ve beyaz badanalı duvarlar bulunduğu görülebilirdi. Bunner kardeşler derli toplu dükkânlarıyla gurur duyuyorlardı, onun mütevazı başarısından da hoşnuttular. Bir zamanlar hayalini kurdukları gibi değildi, eski arzularının sefil bir imgesiydi sadece, ama kiralarını ödemelerine, hayatta kalmalarına, borçsuz yaşamalarına yetiyordu; büyük umutlar beslemeyeli hayli zaman olmuştu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir