James Greer – Genç Ruh Gibi Kokardı

Yerimde olsaydınız siz de benim gibi hissederdiniz: Yapayalnız, üşümüş ve korkmuş. Ama bu haller daha yeni. Dışarıdan gelip geçenlerin sadece başımın üst kısmını görebilecekleri şekilde ayaklarımı toplayarak pervazının altına oturduğum pencereden, mavi kar tabakasını delerek başını çıkarmış ilk çiğdemlere bakıyorum. Baharın gelmesi yakın. Ne var ki bu odada –aslında altı metre yüksekliğindeki tavanı, soluk kırmızı duvarları, yere serilmiş eski püskü Arap kilimleri ve ipek kırlentleriyle, odadan çok büyükçe bir salona benziyor– kış hüküm sürüyor. Ölü kış, gerçek anlamda burada. Bakmamaya çalıştığım o köşede ve bütün diğer köşelerde. Batıya bakan yüksek pencere, rengarenk dikdörtgenlere bölünmüş kirli bir camla kaplı. Gün batımında kırmızı, mavi, sarı cam parçalarından giren ışık, ahşap döşemede bulanık elipsler çiziyor. Yerler menekşe, portakal ve deniz yeşiline boyanıyor. Pervaza yerleşmeden önce çekmecelerden birinde bir düzine defter ve birkaç tane kurşun kalem buldum. Mutfaktan üç adet ton balığı konservesi ve bir paket bisküvi getirdim. Üzerinde altı büyük mum olan bir şamdanı, pencereden görünmeyecek ama yazmama yetecek kadar ışık sağlayacak şekilde yakınıma yerleştirdim. Büfeden iki karton sigara ve bir kutu şömine kibriti yürüttüm. Son olarak bir şişe iyi şarap, bir tirbuşon ve Kurt’ün komik bulduğu kahve fincanını aldım.


Şarabı soğukta bekletmek iyi değil, ama başka şansım yok. Bütün bu malzemeyi topladım; çünkü gücüm yettiği sürece, hikâyenin sonuna gelene kadar yazmak istiyorum. Yazmayı bitirinceye değin bölünmeyeceğimi umuyorum fakat özellikle soğuk ve mumlar düşünüldüğünde böyle bir tehdit her zaman var. Eğer her şey planladığım gibi giderse, kusurlarımın hepsini öğrenmiş olacaksınız. Ne kadar bencil, duygusal, boş, düzenbaz, önemsiz, insanları çıkarları için kullanan, yüzeysel, dengesiz ve kalın kafalı olduğumu anlayacaksınız. Tipik insan özellikleri işte; ama umurumda değil. Bunları size kendimden söz etmek için değil, keşif yoluyla benlik labirentini –benimkini ve sizinkini– tarumar etmek için yazıyorum. Amacım beni sevmenizi sağlamak olsaydı –ki geçmişte sık sık bunu hedeflerdim– bambaşka bir yol tuttururdum. Fakat –bunu uyarı olarak değil basit bir gerçeklik olarak söylüyorum– bu yöntemi de tercih edebilirdim. Lütfen şunları aklınızda tutun: Amerika’nın (coğrafi olmasa da ruhani anlamda) tam ortasında bulunan bir kasabada doğmuş yirmi iki yaşında bir kızım ve bu yüzden fazla üstüme varmamanız gerekiyor. Kimi zaman, anlattıklarımın gerçek mi yoksa kurgu mu olduğuna ya da ikisinin arasında herhangi bir fark olup olmadığına karar veremiyorum. Anlatmak istediğim, anlatmak zorunda olduğum hikâye benimki değil ama içinde ben de varım. Ben olsam bu hikâyeyi –ya da herhangi başka bir hikâyeyi– yazmak için kendimi seçmezdim; ancak olaylar öyle bir gelişti ki, bu öyküyü anlatması gereken herkes –söz gelimi çok daha iyi bir konumda olanlar ya da şu veya bu nedenle daha başarılı olabilecekler– öldü. Kafa ve yürekçe ikinci sırada yer alanlarsa koşullar, kişisel kaprisler ya da kaderin cilvesi yüzünden devre dışı kaldılar. Bu nedenle, yalnızca bir kısmına dahil olduğum bu hikâyeyi anlatabilecek tek kişi benim.

hikâyenin açıkça görülen uzunluğuna rağmen, nasıl başladığından söz etmeyeceğim ve baş kahramanlarının daha sonradan nasıl sıçrayıp hopladıkları, ne tür oyunlar oynadıkları ya da kendi sonlarını nasıl hazırladıklarıyla ilgili tahminler yürütmeyeceğim. Ben, yalnızca tamamını okuduğunuzda çok kötü, çok hüzünlü ve fazlasıyla uzun olduğunu göreceğiniz son zamanlarında –bizzat tanıklık yaptığım aylarda– yaşananları biliyorum. Kurt C’yi ilk olarak memleketi Dayton’a döndükten birkaç hafta sonra fark ettik; buraya gelmesinden önce dünyaca ünlü bir ‘‘rock’’ grubunda çalıyormuş (bu konudaki cahilliğimi mazur görün –müziği severim ama söz konusu grupla ilgili pek bir bilgim yok). Bir çoğumuz gibi Doğu Dayton’un çorak bir kasabasında büyümüş ama –bir çoğumuzun aksine– bilincine varır varmaz büyük başarılara kavuşmak umuduyla taşradan sıvışıverdiği eşsiz bir yeteneğe sahipmiş. İstediğinden çok daha fazlasını elde edince, bir münzevi hayatı yaşayabilmek için doğduğu topraklara geri gelmiş. Anlayacağınız şu malum hikâye: Zenginlik başa bela olur, ün yalnızlaştırır. Malum ama aynı zamanda çok da sıkıcı hikâye; neyse sonuçta bir biyografi yazmak niyetinde de değilim. Benim teorim –ya da birazdan teorim haline gelecek olan düşüncem– Dayton’un yerlilerini buradan uzaklaştırdığı kadar kendine de çektiği yönünde. Bu şehirde, merkezi yapısından ve sürekli atan kalbinden kaynaklanan bir tür merkezkaç kuvveti var ve o kuvvet burayı terk edenlerin yüreklerinde bir vakum etkisi yaratırken, diğerlerini de kırılmaz zincirlerle oldukları yere bağlıyor. Kurt’ün bu toprakları sevmesi için hiçbir nedeni olmamasına karşın –çocukluk arkadaşları ya başka yerlere taşınmış ya ölmüş ya da kafalarında tek bir düşünce olmayan kaslı kuşlara dönüşmüşlerdi– yine de geri döndü. Bambaşka bir şehre ya da ülkeye yerleşip orada ordusu olmayan bir savaş kahramanı gibi yaşayabilirdi. Ama o buraya geldi. Evine. Sonbahar ortalarında, Hawthorn Hill’deki daha önce Orville Wright’a ait olan büyük konağı satın aldığı dedikodusu yayıldı. Wright’ın delice takıntılarına uygun olarak döşenmiş olan ev kendimizi bildik bileli –ki genç olduğumuzdan, bu, çok uzun bir süreyi kapsamıyordu– vardı.

Çok nadiren rast gelinen bir şey oldu ve söylentiler doğru çıktı: Kısa bir süre sonra Kurt, hep “Orası” diye andığı Albion’a taşındı. Aramızdan –şu anda kim olduğunu hatırlayamadığım– birinin anlattığına göre, uzun, dolambaçlı araba yoluna şaşırtıcı derece küçük bir kamyonet yanaştı ve taşıyıcılar, birkaç koli ile üzerilerinde Kurt’ün ‘‘rock’’ grubunun adının yazılı olduğu ve içlerinde müzik aletleri bulunan uçak valizlerini indirdiler. Müzikle ilgili eşyaların çoğu arka tarafa götürülerek, yalnızca bir kez gördüğüm küçük bir odaya yerleştirildiler. Kurt –biz etrafta dolaşmadığımızda– orada bayağı zaman geçiriyor olmalıydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir