James Joyce – Ulysses

“Ulysses”i çevirmeye kalkışmak başlibaşna bir çılgınlık; yayımlamaya, daha doğrusu çevirtmeye kalkışmak da öyle; ya, çevrilmiş, yayına hazır edilmiş “Ulysses” için bir önsöz yazmaya kalkışmak? Bunun birden fazla tehlikesi var: Önce “had” sorunu geliyor. Joyce’un şüphesiz bıyık altından yorumu, “yüz yıl boyunca eleştirmenlerin ve akademisyenlerin başına belâ kesilmek” yolundaki öngörüsü gerçekleşti, biliyoruz: Sayısız inceleme, araştırma, çözümleme ile modern zamanların üzerinde en fazla kafa patlatılan kitabı olma unvanını kazandı bu roman; dahası, çağın fetiş romanı haline geldi, yayımlanır yayımlanmaz. Bunca bilirkişi, uzman, eleştirmen varken benim bir önsöz kaleme alışımın çok yalın bir nedeni olduğunu anımsatmak istiyorum: “Ulysses”in yayımlanma sürecini başlatan oluşumun kıvılcımı, kararı, cüreti, onu nasıl adlandırmak adlandıralım, yönlendiricisi konumunda olduğum bir kurumun kurulundan gelmişti – böyle bir hak bundan tanındı bana, bu hakkı kullanmakta sakınca görmedim. Bir de, belki eklemek gerekir, biraz kimse yükün altına girmek istemediği için, biraz da Nevzat Erkmen’in dileğine uyarak, “Ulysses” in redaksiyonunu üstlenmek, onu yayına hazırlamak durumunda kaldım: Çevirmenini saymazsak, romanın Türkçe “versiyon “unu en iyi tanıyan okur, “şimdilik” benim. Sonra, “had” sorununa bağlı biçimde ortaya çıkan “hudud”. sorunu geliyor: “Ulysses”i tanımak için kırk fırın gerektiği bilinen gerçek. Anglosakson kültürüyle içice yetişmiş olmak, İngiliz dilinin uçlarına yolculuk etmiş olmak yetmiyor bu romanı yerliyerine koymak için: Modern edebiyat ve sanatın güzergâhını yakından izlemiş, Antik kültürün girdisini çıktısını bilen, Joyce’un efsun deposunu enikonu didiklemiş biri gerek, dörtdörtlük bir önsöz yazarı olarak. Okur-yazar kimliğim çerçevesinde, Joyce’la kurduğum ilişkinin boyutlarına bakarak, kendimde, bir kez daha vurgulamak isterim, bu türden bir nitelik görmedim elbette. “Ulysses” i, onu yalnız bırakmayacak bir yayınevinin günışığına çıkardığını bilmem beni bu bağlamda rahatlattı: Yapı Kredi Yayınları, hem romana, hem yazarının dünyasına ışık tutacak yan yayımların hazırlığı içinde nicedir: “Ulysses”i ve Joyce’u kuşatmak, onlara ışık tutmak bir önsözün sınırlarından zaten taşıyor. Kalıyor son, ola ki daha özel, kişisel yanları ağır basan, “Ulysses”e önsöz yazmaya kalkan kalemşörün optiğini bağlayan sorun: Bunca didiklenmiş bir yapıta özgün sayılabilecek bir perspektiften bakma olasılığı var mıdır? En uygun çözümün, eklektik bir bakışaçısına dayanan, “Ulysses” konusunda yetke sayılmış kişilerin görüşlerinin karmasına dayanacak bir önsöz kaleme almaktan geçtiği hemen akla gelebilir. Başkalarını bilemem ama, bir okur olarak Joyce’la ilişkim, baştan bu yana yan okumalara bağlı olarak gelişti. Ellman’ın dev biyografisi, Stuart Gilbert’in anahtar-okuması, Frank Budgen ya da Harry Levine’ın başvuru niteliği ağır basan kitapları, ve Michael Groden’ın “Ulysses in Progress” gibi temel çalışmaları herkesi bu labirentte nasıl beslemişse beni de beslemiştir. Şüphesiz Joyce’un şu anda bile önümde duran üç ciltlik mektubatı, Sylvia Beach’in ya da Beckett’in tanıklıkları, Pound’un ya da Jung’un roman hakkında söyledikleri de ayrı bir depo oluşturmuştur “Ulysses “severlerde. Yılların içinde tortu belirginleşir, ya da tam tersine, sallandıkça bulanın Bu tür kitaplarla, aslında, her yeniden ilişkiye girişinizde, sıfırdan başlarsınız. Bu uygun çözüm yerine uygunsuz bir çözümü yeğleyişimin öyküsü, 1996 yılının Bloomsday ‘inden biriki hafta sonrasında, Paris’te bir akşamüstü yürüyüşünde başladı: Odeon’da, “Ulysses, 1922’de bu evde baskıya verildi” yazılı mermer levhanın altında fotoğrafa durduğumda bir ampul yandı kafamda: Haddini bilmenin en sağlam yolu onu zorlamaktan geçiyordu.


Montaigne’in kulesine yeni gitmiş, zihnim kulenin “Denemeler”iyle dolu, imgenin etrafında fırdönüyordum. Birden iki kule biribirine geçti. Onları başka kulelere bağladım ve gecenin sonunda Babil Kulesi’ne vardım. Yol nedir ki: Başladığınız noktaya ergeç dönersiniz. Hem herşey, Dublin ‘deki kulede başlamamış mıydı? Mimarî bir yapı ya içinde yer aldığı çevreyle bütün bütüne uyumlu olacaktır, ya da büsbütün onunla çelişkiye düşecektir diye bir kural koymak ne denli doğru bir yaklaşım doğurur bilemiyorum; bana kalırsa, bu iki ucun arasında sayısız ara-duruş biçimiyle karşılaşırız, yapılar sözkonusu olduğunda; ne ki burada, uçlardan birine dönmek üzere öbür uçtan hareket etmeyi seçmek zorundayım, değil mi ki sonunda, en sonunda, dönüp dolaşıp gene iki uç arası iz sürdüğümü göreceğimi şimdiden öngörebiliyorum, böylesi en doğrusu olacak, sanıyorum: Aslına bakılırsa, çevresiyle hepten çelişkili yapılar üzerine yıllardır, neredeyse yirmi yıldır başka bir metin kurma çabası içinde olduğumdan bundan önce sık sık, söz ettim, farkındayım: “Mimarın Düşü”nün bütünlenmesinin bunca uzun süren bir sürece yayılması bir bakıma iyi de oldu – yılların içinden geçerken, pek çok karşıtlamsal yapı (edifice paradoxale) ile yüzyüze geldim ya, bu karşılaşmalar düşüncelerimi, umuyorum, biraz daha sağlam bir temele oturtmamı sağladı. Çevresiyle hepten çelişkili yapı, en eski çağlardan bu yana insanoğlunda tanımlanması güç bir “cezbe hali” yaratıyor: Ya hayranlık, ya büyük bir itki, kimsenin onlara kayıtsız kalamadığı apaçık gerçek.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir