Jean-Paul Sartre – Bulantı

Olaylar da öyle değil mi? Kendi hallerinde akıp gidiyorlar. Birdenbire, konuşan, sonra çekip giden insanlar beliriyor, kişi, başı sonu olmayan öykülere dalıyor, duyduklarına, gördüklerine tanıklık edecek olsa, pek kötü, iğrenç bir tanıklık olurdu bu. Ama neler görmüyor bu kahvelerde insan. Örneğin cumartesi, öğleden sonra saat dörde doğru, istasyonda, mavi giysili ufak tefek bir kadın, elinde bir mendil, gülerek ve mendili sallayarak geri geri koşuyordu. Aynı anda, üstünde kaymak rengi bir yağmurluk, ayaklarında sarı ayakkabılar, başında yeşil bir şapkayla bir zenci de ıslık çala çala köşeyi dönüyordu. Kadın, aika arka koşarken, tahta perdenin önündeki, akşamdan akşama yakılan sokak fenerinin altında zenciye çarptı. Ve böylece, ıslak odunların kokusunu soluyan tahta perde, sokak feneri ve kızıl bir gökyüzü altında, bir zenci ve zencinin kollarındaki ufak tefek kumral kadıncağız aynı anda bir araya geldiler. Bu çarpışmayı, bu okşayıcı yumuşak renkleri, pufladan yapılmışa benzeyen o güzel mavi mantoyu, açık renk yağmurluğu, sokak fenerinin kırmızı camlarını ben yalnız değil de, dört, beş kişiyle birlikte görseydim, bu iki çocuk yüzdeki şaşkınlığa gülmeden edemezdim. Tek bir insanın, yalnız bir insanın güldüğüne pek az raslanır: gördüğüm bu bütün; güçlü, hattâ vahşi ama katıksız bir anlam doğurdu bende. Sonra her şey dağılıverdi, kala kala, sokak feneri, tahta perde ve gökyüzü kaldı: yine de yeteriyle güzel bir görünüm vardı karşımda. Bir saat sonra sokak feneri yanmıştı. Rüzgâr esiyordu, ve gök yüzü karaydı: eski görünümden hiçbir şey kalmamıştı geriye artık. Bütün bunlar yeni şeyler değil benim için; bu tür za- — 21 — rarsız heyecanlara karşı durmadım hiç bir zaman; büsbütün tersini yaptım. Bu heyecanları duymak için azıcık yalnız kalmak, olması mümkünden en uygun anda kurtulmaya elverecek kadar yalnız olmak yetişir. Ama ben; yalnızlığın yüzeyinde, kararlı, bir tehlike anında aralarına karışabileceğim şekilde, insanlara çok yakın bulunuyordum: aslına bakarsanız, buraya dek, yalnızlık denen uğraşıya yeni atılmış bir çıraktım.


Şimdi, ordaki masadaki şu bira bardağı gibi her yanda nesneler var. Bira bardağını gördüğümde konuşmak istiyorum onunla: yeter, ben oyunda yokum artık. Çok ileri gittiğimi anlıyorum. Bana öyle geliyor ki yalnızlığa «söz geçirmek» olanak dışı. Yatmadan önce karyolanın altına bakıyorum, yok efendim, gece yarısı kapı birden açılınca korkuyorum demek değil bu. Ne var ki tedirginim: işte yarım saatten beri bu bira bardağına bakmaktan çekmiyorum. Üstüne, altına, sağına, soluna bakıyorum, ama ona gelince, görmek istemiyorum. Çevremde bir yığın bekâr var, ama hiçbirinin bana bu konuda hiçbir yardımı olamayacağını biliyorum: çok geç, sığmamam artık bu insanlara. Yardımlarını isteyecek olsam, gelip omzuma vururlar: «Eee, söyle bakalım bira bardağından çekinecek ne varmış. O da bütün öteki bardaklar gibi bir bardak. Parlak, kulplu, üstünde kürek resmiyle, armasıyla, armasındaki «Spa-tenbrâu» yazısıyla bir bardak,» derlerdi. Bütün bunları biliyorum, ama bildiğim başka bir şey de var, hiç diyebileceğim, önemsiz gibi bir şey. Ama gördüğüm şeyi olup anlatamıyorum artık. Kimselere, hiç kimseye anlatamıyorum. Ve işte: usul usul, suların dibine doğru, korkuya doğru kayıyorum.

Bu kıvançlı, akıllı sesler ortasında yapayalnız biriyim. Bütün bu insanlar birbirlerine açılmakla, aynı fikirde — 22 — olmanın verdiği mutluluğu bölüşmekle geçiriyorlar zamanlarını. Anlamıyorum Tanrım, hepsi birden aynı şeyleri düşünmeye neden bu denli önem veriyorlar. Balık gözlü, içe dönük görünen, uzlaşamayacakları bir insan geçmeye görsün aralarından, başları çevriliyor hemen. Sekiz yaşındayken Lüksemburg parkında oynardım. Bir adam gelir, Au-guste-Comte Sokağı boyunca uzanan demir parmaklıkların karşısındaki bekçi kulübesinde otururdu. Kimseyle konuşmazdı ama, zaman zaman ayağını uzatır ve korkuyla bakardı ayağına. Bu ayağında potin vardı, ama öteki ayağında terlik. Bekçi, amcama, bu adamın vaktiyle öğretmenleri denetleyen, müfettiş gibi bir şey olduğunu söyledi. Karne notlarını okuyacağı gün sınıflara akademi üyesi kılığında girmiş, bu yüzden de emekliye ayrılmışlar. Adamın yalnız olduğunu anlayınca korkmaya başlamıştık. Bir gün, uzaktan ellerini uzatıp Robert’e gülümsemişti: korkudan düşüp bayılacaktı az kalsın, Robert. Bizi korkutan ne adamın yoksul hali, ne de yakasına sürünüp duran, boynundaki urdu. Bizi korkutan yalnızlığıydı. Kafasında çağanoza, İstakoza benzeyen korkunç düşünceler kurduğunu sanıyorduk Bekçi kulübesinin, çemberlerimizin, çalılıkların üstünde, çağanoza benzer düşünceler kurulabilmesi ürkütüyor, dehşete salıyordu bizi.

Benim sonum da bu mu yoksa? Yalnız olmanın ilk kez sıkıntısını duyuyorum. İş işten geçmeden, çocukları korkutan bir insan durumuna düşmeden, başıma geleni birine açmayı ne’kadar isterdim, Anny şimdi burada olsaydı. Garip değil mi: on sayfa doldurduğum halde gerçeği — bütün bir gerçeği demiyorum oysa — hâlâ söylemedim. •Günlük tarihini atıp, altına da «Yeni bir şey yok» diye yazarken hiç de özden değildim. Gerçekte ise yazmak isteme- — 23 — diğim küçük bir olay vardı. Oysa, hiç de utanılacak,-ya da olağanüstü bir yanı yok bu olayın. «Yeni bir şey yok» öyle mi? Kişinin yalan söyleyip kendini aldatmasına bayılıyorum doğrusu. Elbette, bir bakıma gerçekten de yeni bir -1 şey yok: bu sabah, Kitaplık’a gitmek üzere, saat sekiz on beşte Printania Otelinden çıktığımda, yerde sürüklenip duran bir kâğıdı almak istedim, alamadım. Hepsi bu, bir olay bile sayılmaz. Evet ama, doğruyu söylemek gerekirse alabildiğine etkiledi beni bu durum: artık özgür olmadığımı düşündüm. Kitaplık’da bu düşünceden kurtulma çareleri aradım, olmadı. Aydınlık bir yerde dağılıp gider umuduyla Mably kahvesine kaçtım, ama benimle birlikte geldi, alabildiğine yoğun ve hüzünlü, benimle birlikte kaldı. Bu yazdığım sayfalar kaçıp kurtulamadığım o düşüncenin ürünüdür işte.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Psixoloji bir əsərdi