Jens Peter Jacobsen – Marie Grubbe

Ihlamur ağaçlarının taçları altında duran hava esmerdi; kırlar, susamış tarlalar üzerinden yavaşça kaymış, içi güneşten korlaşmış ve yollardan kalkan tozlarla tozlanmıştı. Ama şimdi sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze ıhlamur yapraklarıyla serinlemiş ve sarı ıhlamur çiçeklerinin kokusuyla onu nemlenmiş, dolgunlaşmıştı. Böylece kımıltısız duruyor, hafif hafif titreyen yapraklarla, sarı beyaz kelebeklerin ışıltılı kanat vuruşlarıyla okşanarak açık yeşil kubbeye doğru sessiz ve neşeli parıldayıp yükseliyordu. Bu havayı soluyan insanın dudakları dolgun ve tazeydi; şişirdiği göğüsse genç ve körpe. Göğüs körpe, ayaklar körpeydi, boy bos ince, vücut boyluydu ve bütün duruşu bir tür hafiflemiş gücü gösteriyordu. Bol ve gür olan, yalnızca koyu altın rengindeki yarı bağlanmış ve yarı özgür aşağı sarkan saçlardı. Çünkü küçük, koyu mavi kadife bir şapka aşağıya kaymış ve düğümlü çene bağından ufakça bir rahip kukuletası gibi sırtının üstüne sarkıyordu. Giyinişinde manastırdakileri andıran bundan başka bir şey yoktu. Geniş ve devrik bir keten yaka, soluk mavi renkte kısa, geniş yırtmaçlı kollu, yünlü giysinin üstüne düşüyor, kollardan da ince Hollanda keteninden yapılmış büyük kabarık yenler dışarı doğru taşıyordu. Göğsünde olduğu gibi ayakkabılarında da kıpkırmızı birer fiyonk vardı. Ellerini arkasına kavuşturmuş, başı önüne eğik, öylece yürüyordu. Ağaçlı yoldan yukarıya doğru yavaş yavaş, hafif, zarif adımlarla çıkıyor, ama öyle dosdoğru değil, zikzaklar çizerek yürüyordu. Bazen yolun bir yanındaki ağaçlardan birine çarpacak gibi oluyor, bazen karşı yandaki ağaçların arasından dışarı çıkıyordu. Ara sıra sessizce duruyor, yanaklarının üstüne düşen saçlarını geriye atıyor ve ışığa doğru bakıyordu. Koyulaşan parıltılar çocuksu beyaz yüzüne mat bir altın rengi veriyor, böylece gözlerinin altındaki mavimtırak gölgeler daha az beliriyor, kırmızı dudakları koyu lal rengini alıyor ve iri mavi gözleri hemen hemen siyahlaşıyordu.


Gerçekten de çok çekiciydi. Alnı düz, burnu hafif kemerli, alt dudağı kısa ve ince kesilmiş, çenesi yuvarlak, güçlü, yanakları zarif, dolgun, kulakları küçücük ve kaşları duru, keskin çizgiliydi, Gülümseyerek, uçar gibi, tasasızca yürüyor, hiçbir şey düşünmüyor ve çevresinde gülümseyen her şeye uyarak o da gülümsüyordu. Ağaçlı yolun sonuna geldiğinde durdu. Elleri hep arkasına kavuşuk, başı dik, bakışları ileriye dikili, ökçesinin üzerinde yarı sağa yarı sola dönmeye başladı; kesik kesik, tekdüze, yaptığı salıntılara tempo tutarak mırıldanıyordu. Orada iki kurşuni döşeme taşı duruyor ve bunlar aşağıdaki bahçeye, bahçedeki keskin, beyaz gün ışığına inmek için bir basamak oluşturuyordu. Maviye boyanmış bulutsuz gökyüzü, tam aşağıdaki bahçeye bakıyor ve var olan azıcık gölge, tıraş edilmiş şimşir çitin dibinden ayrılmıyordu. Işık gözleri kamaştırıyor, hatta çit bile parlak yapraklarının üzerindeki keskin parıltılarla çevreye ışık saçıyordu. Miskotları, açık kırlardaki koyunlar gibi, susamış kınaçiçeklerinin, güveyfenerlerinin, şebboy ve karanfillerin çevresinde beyaz kıvrımlarla ve yukarıya, aşağıya, içeriye ve dışarıya doğru başlarını kaldırıyordu. İlerde lavanta evleklerinin kıyısındaki bezelye ve baklalar, sıcaktan yere dökülme tehdidi altındaydılar. Nergisler her şeye razı olmuş, doğrudan doğruya güneşin gözünün içine bakıyorlardı. Haşhaş çiçekleri iri kırmızı taçlarını dökmüş, çıplak sakallarıyla öylece duruyorlardı. Ihlamurlu yoldaki çocuk, basamaklardan aşağı sıçradı, güneşte ısınmış bahçelerin içinden geçerken, başı öne eğik, yağmurlu bir havada avludan seğirtir gibi koşuyordu. Koyu renkli porsuk ağaçlarının oluşturduğu üçgene doğru yöneldi, ağaçlığın çevresinden hızla dolandı, sonra Belovlar zamanından kalma o büyük çardağa girdi. Burada geniş bir çember oluşturan karaağaçların dallarını yukardan el erişecek biçimde örmüşler, tepede kalan deliğe de latalar ve çatı kirişlerinden bir kafes yapmışlardı. Yaban gülleriyle hanımelleri, karaağaçları sararak yukarıya doğru fışkırmış, sık bir duvar oluşturmuşlardı.

Ancak bir yandan da kurumuş ve yerlerine dikilen şerbetçi otları, karaağaçların dallarını bodurlaştırarak deliği kapayamamışlardı. Çardağın kapısının önünde beyaza boyanmış iki su aygırı duruyordu. İçerde de tahtadan yapılmış uzun bir sıra ve masa vardı. Geniş, söbe masanın üstü taştandı; ama büyük bir kısmı üç parça olmuş, yerde duruyordu, yalnızca dördüncü küçük parçası masa çerçevesinin bir köşesini örtüyordu. Çocuk buraya oturdu, ayaklarını sıranın üstüne koydu, arkaya dayandı ve kollarını kavuşturdu. Gözlerini de kapayarak tümüyle dingin, öylece kaldı. Alnının üstünde birkaç çizgi belirmişti, ara sıra kaşlarını oynatıyor, hafifçe gülümsüyordu. “Sabures Markizi Griselida atlas yorganlı ve kubbeli yatak yeri yaldızlı odada Margrav Prensi’nin ayakucunda yatıyor, ancak prens kadını itmekte; biraz önce sıcak yatağından onu çekip almış, şimdi de küçük, üstü yuvarlak kapıyı açıyor ve soğuk hava, ağlayarak yerde yatan zavallı Griselida’nın tüm vücuduna sinmeye başlıyor; gecenin serin soluğuyla onun beyaz ve sıcak vücudu arasında ince, incecik bir tülden başka bir şey yok. Ama prens, Griseli’da’yı dışarı atıyor, arkasından da kapıyı kilitliyor. Kadın çıplak omuzlarını soğuk, cilalı kapıya dayamış, hıçkırmaktadır. Prensin içerde yumuşak taban halısı üzerinde yürüdüğü duyuluyor; anahtar deliğinden kokulu mumun ışığı sızmakta, küçücük, yuvarlak bir güneş gibi çıplak göğsünün üstüne vurmaktadır. Ve kadın sürünerek uzaklaşıyor, karanlık mermer merdivenlerden aşağı iniyor. Burası tümüyle sessizdir. Çıplak ayaklarının buz gibi basamaklarda sürünüşünden çıkan sesten başka bir şey işitilmemektedir. Kadın sonra dışarı çıkıyor.

Kar… Hayır yağmur yağmaktadır, bardaktan boşanırcasına bir yağmur. Ve ağır, soğuk sular Griselida’nın omuzlarından aşağı şakırdayarak süzülmektedir. Tül, vücuduna sımsıkı yapışmış ve sular çıplak ayaklarından yere akmakta. Küçücük ayaklarıyla yumuşak, soğuk çamurlara basıyor. Çamur, o bastıkça tabanları altından yanlara kaymaktadır. Ve rüzgâr… Çalılara takılıyor, çalılar giysisini yırtıyor, benim kahverengi iç etekliğimi yırttıkları gibi. Ama onun giysisi yok ki…” “Kuşkusuz Fartruper meyve bahçesinde ceviz olmalı, Vilborg Pazarı’na gönderilen bütün cevizler… Acaba Ane’nin diş ağrısı geçti mi? Tanrı bilir… Hayır Brunhilde! Yabanıl at ipini koparıp kaçtı. Brunhilde ve Kriemhilde… Kraliçe Kriemhilde erkeklere el işareti yapar, sonra da arkasını döner gider.” “Erkekler, Kraliçe Brunhilde’yi sürükleyerek getirirler; gümrükteki Bertel gibi uzun kalın kollu, bayağı ve yağız bir herif de onun kemerini yakalayarak koparır. Pelerinini, iç giysilerini soyar ve siyah yumruklarıyla beyaz, yumuşak kollarındaki altın bileziklerini sıyırır.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir