John Fante – Toza Sor

Bir gece Bunker Hill’deki otel odamın yatağında oturuyordum, Los Angeles’ın tam ortasında. Hayatımın önemli gecelerinden biriydi çünkü otelle ilgili bir karar vermek zorundaydım. Ya öde, ya da çık: ev sahibemin kapının altından attığı notta böyle yazıyordu. Hassasiyet gerektiren önemli bir sorunla karşı karşıyaydım. Sorunu ışıkları söndürüp yatağa girerek hallettim. Sabah uyandım, daha fazla egzersiz yapmam gerektiğine karar verdim ve hemen işe koyuldum. Birkaç kez çömelip kalktım. Sonra dişlerimi fırçaladım, ağzıma kan tadı geldi. Diş fırçası pembemsi bir renk almıştı, reklamları anımsadım, dışarı çıkıp kahve içmeye karar verdim. Restorana gitmek istediğim zaman gittiğim restorana gidip uzun tezgahın önündeki taburelerden birine oturdum ve kahve söyledim. Tadı kahveyi epey andırıyordu ama beş sent etmezdi. Orda oturup birkaç sigara içtim, Ulusal Lig sonuçlarını okumamaya özen göstererek Amerikan Ligi beysbol sonuçlarına baktım ve Joe Dimaggio’un İtalyanlar’ın gurur kaynağı olmayı sürdürdüğünü görmekten büyük memnuniyet duydum; sayı krallığında hâlâ öndeydi. Büyük oyuncuydu DiMaggio. Restorandan çıkıp hayali bir atıcının karşısına dikildim ve tel örgülerin üstünden uçup giden müthiş bir vuruş yaptım. Günü nasıl değerlendireceğimi düşünerek yürümeye başladım.


Aklıma yapacak bir şey gelmeyince kentte dolaşmaya karar verdim. Olive sokağı boyunca yürüyüp önceki gecenin sisinden sonra ıslak bir kurutma kağıdı gibi duran kirli sarı bir binanın önünden geçtim. Detroitli dostlarım Ethie ve Carl’ı anımsadım, Carl’ın Ethie’yi tokatladığı geceyi. Ethie’nin bebeği olacaktı ve Cari bebeği istemiyordu. Ama bebek doğmuş ve mesele kapanmıştı. Ve oturdukları dairenin içini anımsadım, nasıl fare ve toz koktuğunu, sıcak öğle sonralarında lobide oturan yaşlı kadınları, o güzel bacaklı yaşlı kadını. Bir de asansörcü adamı, çıkmak istediğiniz katı söylediğinizde size o kata çıkmak istediğiniz için aptalın tekiymişsiniz gibi bakıp sırıtan, asansörde her zaman sandöviç dolu bir tepsi ile ucuz bir roman bulunduran Milwaukee’li zavallı asansörcüyü. Sonra Olive sokağından aşağı inip buram buram cinayet kokan o korkunç ahşap evlerin önünden geçtim ve kendimi Filarmoni konser binasının önünde buldum. Helen’le, Don Cossack korosunu dinlemek için oraya gidişimizi, sıkıntıdan patladığımı ve bu yüzden Helen’le tartıştığımızı anımsadım. Helen’in o gün giydiği elbise geldi gözümün önüne -beyaz bir elbiseydi, elbisesine her dokunuşumda kasıklarım şarkı söylemişti. Ah, o Helen -burda değil ama. Derken tramvay gürültüsünün kulakları sağır ettiği, benzin kokusunun palmiye ağaçlarının görüntüsüne hüzün kattığı, siyah kaldırımları önceki gecenin sisinden hâlâ ıslak Beşinci Cadde ile Olive kavşağındaydım. Şimdi de Biltmore Oteli’nin önündeydim, sarı taksilerin oluşturduğu kuyruğun yanından geçiyordum, en öndeki taksi şoförü dışında bütün şoförler kestiriyordu ve bu taksi şoförlerinin ne çok şey bildiğini düşündüm ve aklıma Ross ile bir taksi şoföründen bizi bir randevu evine götürmesini isteyişimiz geldi; adam yan gözle şehvetli bir bakış attıktan sonra bizi başka sokak yokmuş gibi Mabed sokağında bir eve götürmüştü ve kendimizi iki kaknem karı ile birlikte bulmuştuk ve Ross sonuna kadar gitmiş, bense salonda tek başıma korku içinde oturup gramofonu çalmıştım. Biltmore’un kapıcısının önünden geçiyordum ve ilk bakışta nefret etmiştim adamdan, sarı apoletlerinden, uzun boyundan ve kibirinden. Şimdi de siyah bir araba yanaştı kaldırıma, arabadan bir adam indi.

Adamın varsıl bir görünümü var; bir de kadın indi arabadan, harikulade, tilki kürklü, kaldırımı yürüyüp otele bir şarkı gibi girdi ve ah, şunun tadına bir bakabilsem, diye geçirdim içimden, onunla bir gün ve bir gece geçirebilsem. Yoluma devam ederken parfümü hâlâ ıslak sabah havasında asılı kadını düşlüyordum. Sonra uzun süre bir pipo dükkanının vitrinine takıldım, o vitrinin dışında her şey silindi dünyadan ve ben orda durup bütün pipoları içtim ve büyük bir yazar olduğumu hayal ettim, ağzımda tahta yapımı zarif İtalyan pipolarından biri, elimde baston var. Büyük siyah bir arabadan iniyorum ve o da yanımda, tilki kürklü kadın, benimle olmaktan gurur duyuyor. Otele kaydımızı yaptırıp birer kokteyl içiyor, dans ediyoruz, derken birer kokteyl daha ve Sanskritçe birkaç dize okuyorum ve hayat çok güzel çünkü iki dakikada bir nefes kesici güzellikte kadınlardan biri gözlerini bana, büyük yazara dikiyor ve elindeki mönüyü imzalamam için bir ısrar, bir ısrar ve tilki kürklü kadın kıskanıyor. Los Angeles, bir parçanı ver bana! Los Angeles, sokaklarını aşındıran ayaklarımla nasıl geldiysem sana, sen de öyle gel bana, öyle sevdim ki seni güzel kent, hüzünlü kum çiçeği, güzel kent. Bir gün ve bir gün daha ve önceki gün, rafları baba yazarlarla dolu kütüphane, koca Dreiser, koca Mencken, bütün babalar var o raflarda, görmek istiyorum onları, selam sana Dreiser, selam sana Mencken, Selam, Selam: benim de aranızda yerim var, B rafında, Arturo Bandini, yer açın Arturo Bandini’ye, kitabı için bir aralık bırakın, ve masaya oturup kitabımın bulunacağı yeri seyrediyorum, hemen şurda Arnold Bennet’in yanı başında: büyük yazar denemez Arnold Bennett için, olsun ben orda olacağım B’lere güç katmak için, koca Arturo Bandini, babalardan biri; bir kız gelene, kurgu kitapların bulunduğu odadan parfüm kokusu ya da topuk sesleri ünlenme hayallerimin tekdüzeliğini bozana dek. Gala günü, gala düşü. Ama ev sahibem, kır saçlı ev sahibem kapının altından notlar atıp duruyordu: Bridgeport, Connecticut’lıydı, kocasını kaybetmişti ve bir başınaydı dünyada, kimseye güvenemezdi, öyle demişti bana, borcumu ödemek zorundaydım. Bütçe açığı gibi büyüyordu borcum, ya öderdim ya da çıkardım, son kuruşuna kadar -beş haftalık kira birikmişti, yirmi dolar, borcumu ödemezsem sandığıma el koyacaktı; ne ki yoktu sandığım, kayışı bile olmayan mukavva bir bavuldan ibaretti varım yoğum, bavulun kayışı yoktu çünkü kayışını pantolonum düşmesin diye belime dolamıştım ve bu da çözüm değildi aslında çünkü pantolonum pantolon olmaktan çıkmıştı. “Biraz önce menajerimden bir mektup aldım,” dedim ev sahibeme. “New York’daki menajerimden. Bir öykü daha sattığını yazmış; hangi dergiye sattığını belirtmemiş ama satmış. Canınızı sıkmayın Bayan Hargraves, hiç tasalanmayın. Birkaç gün içinde para elime geçer.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir