Taksi şoförü beni karşılamak üzere bekleyen hiç kimse –bir resepsiyon memuru bile– olmadığını görünce mahcup oldu. Bomboş lobide belki saksılardan ya da koltuklardan birinin ardına gizlenmiş bir görevli bulma umuduyla dolaştı. Sonunda bavullarımı asansörün önüne bırakıp anlaşılmaz bir özür mırıldanarak gitti. Lobi geniş sayılırdı; etrafa serpiştirilmiş epeyce sayıda sehpa bir sıkışıklık duygusu yaratmıyordu. Ama tavan alçaktı ve belirgin şekilde eğimliydi, hafif bir klostrofobiye yol açıyordu; dışarısı güneşli olduğu halde içerinin ışığı da kasvetliydi. Sadece resepsiyon bankosunun bulunduğu duvara güneş vuruyor, koyu renk lambriyi ve Almanca, Fransızca, İngilizce dergilerin bulunduğu rafı aydınlatıyordu. Bankonun üstünde küçük bir gümüş çan da vardı; tam gidip çalacakken arkamda bir kapı açıldı ve üniformalı bir genç belirdi. “İyi günler beyefendi,” dedi yorgun bir tavırla ve bankonun arkasına geçip kayıt işlemine başladı. Gecikmesine ilişkin üstünkörü bir özür dilediyse de, tavrı bir süre boyunca belirgin biçimde kayıtsızdı. Ne var ki adımı söyler söylemez irkilip kendini toparladı. “Mr. Ryder, çok özür dilerim, sizi tanıyamadım. Mr. Hoffman, müdürümüz, sizi bizzat karşılamayı çok istiyordu. Ne yazık ki şu anda önemli bir toplantıda.” “Hiç önemli değil. Kendisiyle daha sonra tanışmaktan memnuniyet duyacağım.” Resepsiyon memuru, müdürün benim gelişimi kaçırdığına ne kadar üzüleceğini mırıldanıp durarak kayıt formlarını aceleyle doldurdu. “Perşembe akşamı” hazırlıklarının müdürü ne kadar sıkıştırdığını, otelden çok uzun süreler ayrılmasını gerektirdiğini iki kere belirtti. “Perşembe akşamı”nın özelliğini soracak enerjiyi bulamayıp başımı sallamakla yetindim. “Bu arada Mr. Brodsky bugün harikaydı,” dedi memur neşelenerek. “Gerçekten harikaydı. Bu sabah orkestraya dört saat aralıksız prova yaptırdı. Şimdi de duyabilirsiniz! Hâlâ kendi kendine canla başla çalışıyor.” Lobinin arka tarafını işaret etti. Dışarıdaki trafiğin boğuk gürültülerinden zor duyulmakla birlikte, binanın içinde bir yerde piyano çalındığını ancak o anda fark ettim. Başımı kaldırıp daha dikkatli dinledim. Birisi tek bir kısa motifi yavaşça, endişeyle, defalarca çalıp duruyordu –Mullery’nin Dikeylik’inin ikinci bölümünden bir motif. “Tabii müdür bey burada olsaydı,” diyordu resepsiyon memuru, “Mr. Brodsky’yi getirip size tanıştırırdı muhtemelen. Ama ben…” Gülerek devam etti: “Ben rahatsız etmekten çekiniyorum. Eğer konsantre olmuş haldeyse…” “Elbette, elbette. Başka zaman tanışırız.” “Müdür bey burada olsaydı…” Cümlesini yarım bırakıp yine güldü. Sonra öne doğru eğilip alçak sesle devam etti: “Biliyor musunuz beyefendi, bazı müşteriler şikâyet etme küstahlığında bulundular. Mr. Brodsky’nin ne zaman piyanoya ihtiyacı olsa büyük salonu kapattığımız için. Bazı insanların düşüncesizliğine akıl sır ermiyor! Dün iki ayrı müşteri resmen Mr. Hoffman’a şikâyette bulundular. Söylememe gerek yok, derhal ağızlarının payını aldılar.” “Hiç kuşkum yok. Brodsky dediniz, değil mi?” İsmi düşündüm, ama hiçbir şey çağrıştırmadı. Sonra resepsiyon memurunun şaşkın bakışlarla beni seyrettiğini fark edip hemen ekledim: “Evet, tabii. Mr. Brodsky’yle ilk fırsatta tanışmak için sabırsızlanıyorum.” “Keşke müdür bey burada olsaydı beyefendi.” “Önemli değil. Evet, başka bir şey yoksa, artık…” “Elbette efendim. Bu kadar uzun bir yolculuktan sonra çok yorgun olmalısınız. İşte anahtarınız. Gustav sizi odanıza götürecek.” Arkama dönüp baktığımda lobinin karşı tarafında bekleyen yaşlı bir taşıyıcı gördüm. Kapısı açık asansörün önünde durmuş, endişeli bir tavırla asansörün içine bakıyordu. Ben yürüyüp yanına geldiğimde irkildi. Sonra bavullarımı alıp benim peşimden aceleyle asansöre bindi. Asansör hareket ettikten sonra yaşlı taşıyıcı iki bavulu da elinde tutmaya devam etti, yükün ağırlığı yüzünden kızarmaya başladığını fark ettim. Bavulların her ikisi de çok ağırdı, adamın gözümün önünde bayılmasından korkarak konuştum: “Şu bavulları yere bıraksanız iyi olur.” “Bu konuya değindiğinize memnun oldum beyefendi,” dedi taşıyıcı; harcadığı fiziksel çabanın sesine ne kadar az yansıdığını görünce şaşırdım. “Yıllar önce, mesleğe ilk başladığımda bavulları yere bırakırdım. Sadece mecbur olduğum zaman yerden kaldırırdım. Yani hareket halindeyken. Hatta burada çalıştığım ilk on beş yıl boyunca, itiraf etmem gerekir ki bu yöntemi kullandım. Bu kentteki genç taşıyıcıların birçoğunun hâlâ kullandığı yöntem de budur. Ancak benim artık böyle bir şey yapmam söz konusu olamaz. Zaten fazla yükseğe de çıkmayacağız beyefendi.” Sessizce yükselmeye devam ettik. Sonra ben tekrar konuştum: “Demek uzun bir süredir bu otelde çalışıyorsunuz.” “Yirmi yedi yıl oldu efendim. Bu süre içinde çok şey gördüm. Ama elbette otel ben çalışmaya başlamadan çok daha önce vardı. On sekizinci yüzyılda Büyük Friedrich’in bir gece burada kaldığı düşünülüyor; üstelik o zamanlar bile köklü geçmişe sahip bir hanmış. Doğrusu yıllar boyunca burada çok büyük tarihi önem taşıyan olaylar yaşanmış. Yorgun olmadığınız bir zamanda birkaçını size anlatmama izin verirseniz şeref duyarım beyefendi.” “Bagajı yere bırakmayı niçin doğru bulmadığınızı anlatıyordunuz,” dedim. “Evet,” dedi taşıyıcı. “İlginç bir konu. Bu tür bir kentte, tahmin edeceğiniz gibi beyefendi, çok sayıda otel vardır. Bu nedenle de, bu kentte birçok kişi hayatlarının bir döneminde taşıyıcılık işini denemiştir. Burada birçok kişi, üniformayı üstlerine geçirmenin yeterli olacağını, işi yapabileceklerini zanneder. Özellikle bu kentte çok yaygın bir yanılgıdır bu. Hatta buna yerel bir efsane de diyebilirsiniz. Şunu itiraf edeyim ki, ben de bir zamanlar hiç kafa yormadan bu efsaneye inandım. Sonra bir gün –yıllar önceydi– karımla birlikte kısa bir tatile çıktık. İsviçre’ye, Luzern’e gittik. Karım artık aramızda değil efendim, ama onu ne zaman düşünsem, bu kısa tatilimizi hatırlarım. Göl kenarı çok güzeldir. Siz de biliyorsunuzdur şüphesiz. Kahvaltıdan sonra çok güzel tekne gezintilerine çıkmıştık. Konuyu saptırmayayım, bu tatilde, o kentte yaşayan kişilerin, taşıyıcılarıyla ilgili buralıların varsayımlarını paylaşmadığını gözlemledim. Nasıl desem? Orada taşıyıcılara çok daha fazla saygı gösteriliyordu. En iyi taşıyıcılar neredeyse ünlü sayılırdı, büyük oteller onları istihdam etmek için birbiriyle yarışıyorlardı. Doğrusunu isterseniz gözüm açıldı. Ama bizim kentimizde çok uzun yıllardır yerleşmiş bir fikir var. Hatta bazen bu fikri ortadan kaldırmak hiç mümkün olacak mı diye merak ederim. Yanlış anlamayın, burada insanların bize kaba davrandıklarını söylemek istemiyorum. Katiyen, ben burada daima nazik, düşünceli muamele görmüşümdür. Ne var ki beyefendi, burada herhangi bir insanın aklına estiği anda, keyfi istediyse bu mesleği yapabileceği gibi bir fikir yerleşmiş. Herhalde kentimizde herkesin hayatta mutlaka bir yerden bir yere bagaj taşımış olmasından kaynaklanıyor. Böyle bir tecrübeleri olduğu için, otelde bagaj taşıyıcısı olmanın da bunun bir uzantısı olduğunu varsayıyorlar. Yıllar boyunca, şu bulunduğumuz asansörde bana, ‘Ben de işimi bırakıp taşıyıcılığa başlamayı düşünüyorum,’ diyen insanlar olmuştur beyefendi. Gerçekten. Hatta bir gün –Luzern’deki tatilimizden kısa süre sonraydı– kentimizin belediye meclisi üyelerinden biri, bana aynen bu sözleri söyledi. ‘Benim de gönlümden bu işi yapmak geçiyor,’ dedi, bavulları işaret ederek. ‘Ne güzel hayat. Dert yok, tasa yok.’ İyi niyetle söylüyordu herhalde. Gıpta edilecek durumda olduğumu söylemeye çalışıyordu. Bu olay ben gençken oldu efendim, o sıralar bavulları elimde taşımazdım; bavullar aynen bu asansörde, yerde duruyordu; herhalde o günlerde öyle görünüyordum biraz. Yani beyefendinin deyişiyle dertsiz, tasasız biri gibi. İşte bu, bardağı taşıran damla oldu efendim. Yani doğrudan beyefendinin sözlerine öfkelendiğimi söylemek istemiyorum. Ama bana o sözü söylediğinde, sanki her şey yerli yerine oturdu. Bir süredir kafamda evirip çevirdiğim şeyler. Daha önce de açıkladığım gibi efendim, Luzern’deki kısa tatilimizden yeni dönmüştüm, olaylara değişik bir açıdan bakıyordum. Kendi kendime dedim ki, bu kentin taşıyıcılarının burada hâkim olan tutumu değiştirme vakti gelmiştir. Çünkü beyefendi, Luzern’de farklı bir tutum görmüştüm ve buradaki durumun doğrusu pek de iyi olmadığını düşünüyordum. Bunun üzerine uzun uzun düşündüm ve bizzat benimseyebileceğim bazı ilkeler belirlemeye karar verdim. Elbette daha o zaman bile ne kadar zor olacağını biliyordum muhtemelen. Ta o zamanlarda bile, benim kuşağım açısından artık belki de çok geç olduğunu anlamış olabilirim. İşler çığırından çıkmıştı. Ama düşündüm ki, ben kendi üzerime düşeni yaparak durumu birazcık olsun değiştirebilirsem, en azından benden sonra gelenlerin işi kolaylaşabilir. Bunun üzerine beyefendi, ilkelerimi benimsedim ve belediye meclisi üyesinin o sözleri söylediği günden bu yana, kararlarımı uyguladım. Gururla eklemek isterim ki, kentimizdeki taşıyıcıların bazıları da beni örnek aldı. Benim ilkelerimi tıpatıp benimsediklerini söylemek istemiyorum. Ama onların benimsediği ilkelerin benimkilerle bağdaştığı söylenebilir.”
Kazuo Ishiguro – Avunamayanlar
PDF Kitap İndir |