Kriton Dinçmen – Hiçlikte Randevu

1961 yazında kısa bir gezi nedeniyle, Boğaz’ın, Karadeniz’i kucaklamak istercesine iki yana açılan kollarından Batı’dakinin üstünde kilometrelerce uzanan kumsalın Karaburun denen o düşsel köşesine gitmiştim. O, benim Karaburun’a ilk ve son gidişimdi. Bir daha uğramadım oraya. Yüz elli-iki yüz metre genişi iğindeki o upuzun ıssız sahil şeridi, ilk bakışta kumsalmış gibi duruyordu; ama biraz dikkatle bakıldığında, milyarlar ve milyarlarca minnacık deniz hayvanı kabuklarından oluştuğu görülüyordu. Sahil, bir yerinde bir tümsekcik yaparcasına kabarıyor ve, ondan sonra, ancak tanrıların gezinebileceği kadar kutsal bir sessizlik ve eldeğmemişlik… Gepgeniş sonsuz bir sahil, sahili döven dalgalar ile insanı ürperten bir uğultu… İnsan sesi değildi… hattâ, bildiğimiz dalga sesi veya rüzgâr sesi de değildi o… Denizden, denizin diplerinden gelen baştan çıkarıcı, gizemli, ürkütücü, kahredici, arzulu, emredici, çekici, şehvetle dolu, ölüme sürükleyen, karşı gelinemez bir “gel! seni istiyorum!…’’sesi idi o… Tek başına gezinmeye başlamıştım… Ve, ona, işte orada rastladım. Denizden 60-70 metre içeride, 80-90 santim yükseklikte, 30-35 santim eninde ve 15 santim kadar kalınlığında bir mermer parçası kuma saplanmış dikine duruyor ve yukarı ortasından çıkan kurşun bir borudan parmak kalınlığında bir su, boşuna, gayesiz, hattâ faydasız olarak o kabukcuklar kumu sonsuzluğu içine akıp gidiyordu. Bir çeşme idi. Garip, tuhaf, amaçsız, kimseye yaramayan bir çeşme… Nereden geldiği belli olmayan azıcık suyunu akıtıp duruyordu… Kimseler yoktu etrafında. Kutsal bir ürperti içinde çeşmeye yaklaştım; susamış değildim, ama, o sudan içmek ihtiyacını duydum. Ve yaklaştığımda, mermerin üstünde insanı çıldırtan bir yazının kazınmış olduğunu gördüm: La Fontaine de Cécile, le 24 Juin 1922… 1961’de, Karaburun’da üstünde Fransızca olarak “Cécile’in Çeşmesi, 24 Haziran 1922” yazılı garip bir çeşme… Aradan 30 yıldan fazla bir zaman geçti; ve bu uzun zamanın getirdiği ve götürdüğü pek çok yaşantı, heyecan, umut ile umutsuzluk, neşe ile hüzün… Ama, bilmem neden, o gün yaşamış olduğum o gizemli rüyanın içimde daima tüm canlılığı ile devam etmekte olduğunu hissediyorum. Ve bir soru: Kimdi o Cécile? Ne arıyordu o Fransız kadın o ıssız sahilde? Hem de, dünyanın karmaşalar içinde çalkandığı o 1922 yılında… Ve, kim yapmıştı o garip çeşmeyi Cécile’in anısına? Cécile’e ne olmuştu? Otuzyıldır bu soruların cevabını arıyordum. Her ne pahasına olursa olsun, o cevabı bulmam gerekiyordu. Bazen, bu soruların içimi bir sıtma nöbeti gibi yaktığını duyuyor, kafama üşüşen binlerce düşüncenin çılgın bir duygusallıkla katmanlaşarak sorduklarımın cevabını oluşturmaları, karşıma netleşmiş bir cevap olarak çıkabilmeleri için varoluşumu zorladıklarını görüyordum. Ve, işte bu cehennem gecesinde gene Karaburun’a gittim… Sanki aradaki o otuz yıl hiç geçmemiş gibi… Hep aynı sahil, sahilin ortasında Cécile’in çeşmesi ve etrafında yüzbinlerce ses, uğultu, umut, korku, yaşama ve ölme, ışık ile renk ve karanlıklar, deniz kızları ile ölüm şarkıcılarının duaları, sevme ve aldatılma ile köpek ulumaları ve gözlerinden fırlattıkları upuzun kuyrukları ve yırtıcı kuş tırnakları ile sevgililerini kamçılayıp etlerini koparan melekler, ve şehvet ve de yokluktan oluşan bir hiçlik senfonisi… Bir anda ben de varlığımdan sıyrıldım ve de kahredici boşluğun bir parçası oldum… İşte, o zaman, yıllarca aradığım suallerin cevabını bir günlükte, bir anı defterinde buldum. La Fontaine de Cécile’in bir yanında açık duran, o korkunç fırtınanın içinde delicesine bir devinimle yaprakları bir sağa bir sola uçup giden, fakat biraz sonra çıldırtan bir uyum içinde yanyana gelip parçalanmış kapağın içine yeniden yerleşen bir günlük… Eğildim, kutsal bir emaneti, kutsal bir kitabı ellerime almışçasına günlüğü aldım, öptüm, alnıma götürdüm… Gözlerim ışıklandı, satırlar nurlandı ve okudum… Ateşler içinde yanarak okudum, ve okuduklarımı yaşadım… Birçok şeyler var ki, düş dahi olsalar, kuvvetle gerçekleşmiş gibi algılandıklarında gerçekleşmiş olurlar… Evet, sevgili günlük! Işǚ te, tanışma günümüz geldi. Zaten, esasına bakarsan, bunun çok önceden gerçekleşmesi gerekti. Uzun zamandır ki, ancak ikimiz beraber olduğumuzda bir varlığı oluşturabileceğimizi anlamış durumdayım. Ve, bundan sonra, sen benim sırdaşım olacaksın! Sırdaştan da çok, bir arkadaş! Düşüncelerimi, yaşantılarımı, beklentilerimi paylaşacağım gerçek bir dost! Rahatçasına, korkmadan, çekinmeden kendimi serebileceğim ve -daha önemlisi- kendimi seyredebileceğim bir ayna olacaksın… Ama, önceden kendimi sana tanıtmam gerek! Ben Cécile! Cécile Carpentier… On yedi yaşında, ufak-tefek, lisenin ikinci sınıfında okuyan, tahta göğüslü, çirkince bir kız! Esasını istersen, basbayağı çirkinim işte… Gözlerimde ileri bir miyopluk olduğu için de, kapkalın gözlük taşırım. Aynaya baktığımda, kendimi pek o kadar da çirkin görmüyorum… Ama, evvelsi gün ayağıma annemin ince ipek çorapları ile uzun topuklu iskarpinlerini geçirip yazlık pembe etamin elbisemin göğsünü açarak ayna karşısında Mistinguett havalarında poz verirken Julie teyze tarafından yakalandığımda söylediği o “sen, güzel bir kız olmadığın için, bil ki, tek övünebileceğin ve ileride evleneceğin adama tek verebileceğin şeyin iyi bir ahlâk ve kusursuz bir katolik terbiye olacaktır… Diğer kızlara bakma! Onlar saçlarıyla, göğüsleri ve kalçaları ile pek çok kusurlarını örtebilirler” sözlerinden sonra ayıldım ve çilli yüzümün iki yanından aşağıya sarkan cansız saç örgülerim, bir mandalina kadar dahi olmayan göğüslerim, çarpık bacaklarımla “çirkince” değil de, basbayağı “çirkin” olduğumu anladım; ama, gene de tatlı bir tarafım var… Şimdi, senin Julie teyzenin kim olduğunu sorduğunu biliyorum; söyleyeyim sana… Julie teyze annemin uzak bir akrabası olur; ne var ki, ben kendimi bildim bileli onu hep bizim evde gördüm; evlenmemiş, kupkuru, birbirinden uzak iki düğme deliğinin içinde hep kuşku ile dolanıp duran ufacık gözleri, uzun-sivri burnu, seyrekleşmiş saçının çirkinliğini örten ve hiç çıkarmadığı bonesi, dümdüz siyah uzun elbisesi ile evin namusunun bekçiliği ve de mahallenin dedikodu taşımacılığı vazifesini üstlenmiş gibidir. Benim her işime koşuşur da, esas uğraşı hepimize akıl kâhyalığı yapmak… Hattâ, bunu babama da yapmaktan geri kalmaz! Bırakın babamın bizimle olan ilişkilerini, onun işyeri ile, çalıştığı fabrikadaki arkadaşları, memurları ve işçileri, hattâfabrikanın müdürü ve başmühendisi mösyö Breton ile ilgili olan tüm olup bitenleri öğrenir ve kanaat ile kararlarını uluorta söylemekten çekinmez. Annemin en iyi dostu ve yandaşıdır. Annemle Julie teyze, gündüz fısıldaşıp kararlaştırdıkları konuları, akşam yemeğinde, sanki daha o anda akıllarına gelmiş gibi ortaya atarlar, ve, başka birinin farkedemeyeceği gizli bakışmalar ile anlaşarak istekleri yönünde gerçekleştirmeye çalışırlar. Evet, ikisi de yalancıdırlar… Annem de, Julie teyze de… Eminim ki, babamı ve beni aldatmaya kalkıştıkları gibi günah çıkarmak için haftada bir taşındıkları sokağımızın ilerisindeki kilisenin papazını da aldatırlar. Babam mı ne yapar? Babam hayatında ne yaptı ki, bu konuda ne yapsın! “Peki, güzel karıcığım, haklısın karıcığım… doğru, Julie…” der durur… Babamın, bir gün olsun, ϐikrini ortaya attığını, bir konuyu tartıştığım, hakkını elde etmek için ağzım açtığını görmedim ki… Hep böyle bir günün geleceğim, babamın da haklı bir isteğinde ısrar edeceğini, kızacağım, bağıracağım bekledim… Olmadı… Olmayacak da…

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir