Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü #2 – Balthazar

Doğa görünümü renkleri: Kahverengiden tunç rengine, inişli çıkışlı kent silueti, alçak bulutlar, bulanık istiridye, menekşe rengi yansımalı inci rengi toprak. Çölün aslan rengi tozu: Eski zaman gölünün üstündeki gün batınımda çinko ve bakır rengine dönüşen peygamber mezarları. Denizin karada bıraktığı izler gibi, havanın bıraktığı izlere benzeyen kocaman kum fayları; top-madeni renginde, ıslak, titrek, erik-karası bir yelken bezinde erimeye yüz tutmuş yeşil, limon rengi; yapışkan-kanatlı orman perisi. Devrilmiş sütunların, gemicilere yol gösteren işaret direklerinin arasında Taposiris ölü halde yatıyor, zıpkıncı ortada yok… Ma-reotis sıcak leylak rengi bir göğün altında. yaz: devetüyü kum, sıcak mermer gök. güz: şiş, çürük griler. kış: dondurucu kar, soğuk kum. duru gök yüzeyleri, mika parıltılı. deltanın ıslak yeşilleri. görkemli yıldız görünümleri. İlkbahar mı? İlkbahar ne gezer Delta’da. Orada yenilenme, tazelenme duygusu diye bir şey bilinmez. Kıştan çıkar, doğruca: Soluk alınamayacak kadar sıcak, balmumundan yapılma bir yaz bozuntusunun içine dalarsınız. Ama hiç değilse burada, İskenderiye’de, savaş gemilerinin oluşturduğu engeli aşıp Grande Corniche’teki kahvehanelerin çizgili tentelerini uçuran denizsolukları bizi yazın hiçlik duygusunun gelgitsiz ağırlığından kurtarır. Ben hiçbir zaman… Yarı-düşsel (ama gene de tam anlamıyla gerçek) kent bizim içimizde başlar, bizim içimizde biter, kökleri belleğimizdedir.


Şu ada evini pençesine alıp bırakan Ege Denizi’nin rüzgârı, söğüt ağaçlarını yay gibi geriye bükerken, şuraya, keçiboynuzu ağacı odunlarının ateşinin yanına neden her gece oturup yazarak o kente döneyim? İskenderiye için söyleyeceklerim bitmedi mi? Onun düşüyle, orada yaşayanların anısıyla bir kez daha sayrılığa tutulmam mı gerekiyor? Düşleri ak kâğıdın hapishanesine kilitlediğimi, belleğin demir kapılı odalarına emanet ettiğimi sanıyordum! Kendime çok yüz verdiğimi düşüneceksiniz. Doğru değil. Rastgele bir tek etken her şeyi değiştirdi, beni yeniden eski rayıma soktu. Aynada kendisiyle göz göze gelen bir anı. Justine, Melissa, Clea… Aslında sayımız çok azdı — bir tek kitapla bunlardan kolayca kurtulunacağını sanırsınız, öyle değil mi? Ben de o düşüncedeyim, öyle de sanıyordum. Artık zaman ve koşulların bozduğu elektrik devresi sonsuza dek kopuk kalacak… Ben onları sözcüklerle diriltme işine girişmiştim, onları bellekte belli bir yere yerleştirme, her birine kendime özgü zamandaki yerlerini verme işine. Bencilce. Kitabı yazma işini tamamlayınca sanki içinde davranışlarımızın bulunduğu kukla evinin kapısına kilit vurmuşum gibime geldi. Gerçekten de dostlarımı, sevgililerimi artık canlı, yaşayan kişiler olarak değil, zihnin renkli aktarımları olarak görüyordum; tıpkı halı desenleri gibi benim kâğıtlarıma işlenmişlerdi, artık kentte oturmuyorlardı. Onlara, onları anlatırken kullandığım sözcüklerden daha çok bir gerçeklik bağışlamak güçtü. Beni kendime dönmeye çağıran ne? Ama devam edebilmek için önce geriye dönmek gerek: Onlarla ilgili yazdıklarımda doğru olmayan şeyler mi vardı? Hayır, bununla bir ilgisi yok. Ancak onları yazarken olguların hepsi elimin altında değildi. Çizdiğim tablo iğretiydi — birkaç kırık vazoya, bir yazılı tablete, bir tılsıma, birkaç insan kemiğine, gülümseyen altın bir maskeye bakarak çizilen yitik bir uygarlığın resmine benziyordu. Pursewarden bir yerde, «Kendi seçtiğimiz, yalanlar üzerine kurulu hayatlar yaşıyoruz,» diye yazıyor. «Gerçeklik algımızı zaman ve uzam içindeki konumumuz belirliyor — kişiliklerimiz değil, oysa biz ikincisini yeğlerdik.

Böylece gerçekliğin her bir yorumu tek bir konuma dayanıyor. İki adım sağa ya da sola kaysak, bütün görünüm değişecek.» Buna benzer bir şeyler… Kişilere gelince, ister gerçek olsunlar ister uydurma, yeryüzünde böyle yaratıklar yok. Her ruh karşıt eğilimlerin karınca yuvasına benziyor. Değişmez nitelikli kişilik diye bir şey bizim kendi kuruntumuz — ama eğer yaşamaya niyetimiz varsa gerekli bir kuruntu! Değişmeden kalan şeye gelince… örneğin Melissa’nın utangaç (tarihin ilk baskı yöntemleri kadar acemice) öpücüğünü önceden kestirebilirsiniz, ya da Justine’in kaş çatmalarını — öğle zamanı Sfenks’in çizdiği yörüngelere benzeyen o ateşli kara gözlere düşen gölgeyi. «Sonunda, » diyor Pursewarden, «her şeyin herkes için doğru olduğu anlaşılacak. Aziz ile Kötü Ruhlu Kişi, ikisi iki ortak.» Haklı. Gerçeklerden ayrılmamak için elimden geleni yapıyorum… Bana ulaşan son mektubunda Balthazar şöyle yazıyor: «Sık sık seni düşünüyorum, hem de bıyık altından kötü kötü gülerek. Bizimle, yaşamlarımızla ilgili bütün verileri toplayıp — topladığını sanıyorsun — adana çekildin. Kuşkusuz yazarca bir biçimde kâğıt üstünde bizleri bir yargıya indirgiyorsun. Bunun sonunda ortaya ne çıkacak, merak ediyorum. Doğruya yaklaşabileceğini hiç sanmıyorum: Yani bizimle — hatta senin kendinle ilgili — benim sana anlatabileceğim doğrulara. Ya da, ne bileyim, Clea’nın (Clea, şimdi Paris’te, artık bana mektup yazmayı kesti) sana anlatabileceği doğrulara. Seni görür gibiyim, büyük bir bilge edasıyla Moeurs’ün, Justine ile Nessim’in günlüklerinin falan üstüne kapanmışsın, doğruyu onlarda bulacağını sanıyorsun.

Ne büyük yanılgı! Ne yanılgı! «Bir insanla ilişkili doğruyu arıyorsan, en son başvuracağın yer onun günlüğü olmalı. Hiç kimse en son itirafını kâğıt üzerinde kendine yapmaya cesaret edemez; hiç değilse aşkla ilgili olanlarını. Justine’in gerçekten kimi sevdiğini biliyor musun? Sen, seni sevdiğini sanıyordun, öyle değil mi? İtiraf et!» Buna yanıtım, ağır işleyen kalemimin altında gittikçe kalınlaşan koca kâğıt demetinin üstüne başlık olarak pek de uygun düşmeyen Justine’in adını yazıp —Defterler de diyebilirdim— postalamak oldu. Aradan altı ay geçti. Bu çok sevindirici bir sessizlikti; çünkü eleştiricimin gönderilenleri doyurucu bulup sesini kıstığını gösteriyordu. Kenti unuttuğumu söyleyemem, ama anısını hiç uyandırmamaya çalışıyorum. Kuşkusuz hep orada yerinde duruyor, her zaman da duracak, tıpkı yolcuların sık sık gördükleri bir serap gibi zihnimde asılı. Pursewarden bu olguyu şöyle anlatmış: «Arkadaşım birdenbire bağırıp parmağıyla ufku gösterdiğinde henüz kara görünmemişti; karanın görünebilmesi için buharlı gemiyle daha en azından iki üç saatlik yolumuz vardı. Gökyüzünde ters dönmüş durumda kentin tamölçek serabını gördük, sanki toz rengi ipek üzerine yapılmış bir resme benziyordu, titrek ve ışıklı; ama en ince ayrıntılarına kadar görünüyordu. Her yeri ezbere çıkarabiliyordum: Ras El Tin Sarayı, Nebi Daniel Camii, falan. Taptaze çiyle boyanmış bir başyapıt kadar soluk kesici bir görüntüydü. Uzunca bir süre gökte öylece asılı kaldı, belki de yirmi beş dakika, sonra yavaş yavaş sisli ufukta eriyip yok oldu. Bir saat sonra küçük bir leke halinde görünen gerçek kent genişleyerek serabın büyüklüğüne ulaştı.» Bu adada yapayalnız iki ya da üç kış geçirdik — sert rüzgârlı kışlar, sıcak yazlar. Bereket versin çocuk benim gibi kitap eksikliği, başka insanlarla konuşma eksikliği duymayacak kadar küçük.

Mutlu ve neşeli. İlkbaharla birlikte uzun dinginlikler, gelgitsiz, kokusuz, gelecek sezgisiyle dolu günler başlıyor. Deniz uysallaştı, tetikte bekliyor. Kayalıklardaki çobanın yavan kaval sesine yakında cırcırböceklerinin çatırtılı müziği eşlik edecek. Tırmanarak ilerleyen kaplumbağayla kertenkele dışında hiç dostumuz yok. Hemen şunu da söylemeliyim ki, dış dünyadan düzenli olarak gelen tek konuğumuz İzmir adında bir posta gemisi; haftada bir kez, akşam karanlığı bastıktan sonra hep aynı saatte hep aynı hızla burnun açıklarından güneye doğru geçiyor. Kışın kabaran deniz ve rüzgârlar yüzünden görünmüyor, ama şimdi — oturup onu bekliyorum. İnsan ilkin uzaktan uzağa motorların hafif uğultusunu duyuyor. Sonra burnu dönen o yaratık, denizde oluşturduğu ipek köpüklü çizgiyi ikiye bölüyor; koyulaşmış ama hareket halindeki bir sinek bulutu gibi sınır çizgileri henüz belirginleşmemiş Ege gecesinin kelebek yumuşaklığındaki karanlığında pırıl pırıl parlıyor. Çok hızlı ilerlediği için kısa sürede ikinci burnun gerisinde gözden kayboluyor. Geriye belki de yalnızca bir halk ezgisinin bölük pörçük sözleri kalıyor ya da ertesi günü çocukla birlikte yüzmeye gideceğim çakıllı plajda kıyıya atılmış bulacağım bir mandalin kabuğu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir