O yıl portakallar her zamankinden daha boldu. Parlak, yeşil yapraklı kameriyelerin içinde fener gibi parlıyor, yukarıdaki güneşli korunun arasından göz kırpıyorlardı. Sanki bu küçük adadan ayrılışımızı kutlamak istemişlerdi – çünkü çoktandır Nessim’den beklenen haber sonunda geldi. Yeraltı dünyasına bir çağrı gibi. Benim için, sürekli olarak, düşle gerçeklik arasında gidip gelmiş, salt adının uyandırdığı şiirsel imgeler ve madde arasında sallanıp durmuş olan o kente beni acımasızca geri çeken bir haber. Bir anı, dedim kendi kendime, kâğıt üzerinde henüz yarı yarıya gerçekleştirilmiş arzuların, sezgilerin yalanladığı bir anı. İskenderiye, belleğin başkenti! Bütün bu yazdığım şeyler yaşayanlardan, ölülerden ödünç alınmıştı, sanki sonunda ben de, hiçbir zaman bitmemiş, postalanmamış bir mektubun ek notu olmuştum… Oradan ayrılalı ne kadar oluyor? Hiç hesaplamıyordum, oysa bir ben’i bir başka ben’den, bir günü ötekinden ayıran sonsuzluklar konusunda takvim zamanı yeterince ipucu veriyordu, ben bu süre içinde hep orada yaşamıştım, gerçekten, yüreğimdeki, beynimdeki İskenderiye’de. Bir zamanlar hepimiz onun ayrılmaz birer parçasıydık, orada utkular yaşamış, yenilmiştik; yazdığım her satırla, yüreğimin her atışıyla kendimi o tuhaf varlığın eline bırakmıştım. Anlamı kuşatmaya almış düşüncelerin fırça dokunuşlarıyla değişen, kimlik için gürültü koparan kadim bir kent; orada, Afrika’nın kara, dikenli, dağlık burunlarında, üzerinde yaşanan yerin hoş kokulu gerçeği, geçmişin çiğnenmesi olanaksız acı otu, belleğin özü. Tümüyle yitip gitmeden önce geçmişi bir kez daha yakalamak, düzenlemek, ona notlar düşmek için kolları sıvamıştım – hiç değilse bu işe girişmiştim. Başaramadım (belki de başarmak olanaksızdı?) – çünkü tam sözcüklerle bir yüzünü mumyaladığım sırada yeni bilgiler işin içine karışıyor, ilişkilerin çerçevesi kırılıyor, her şey darmadağın oluyor, ancak hiç umulmadık, önceden kestirilemeyecek biçimlerde yeniden bir araya geliyordu… “Gerçeği yeniden biçimlemek, ” …bir yere böyle yazmışım; gerçekten de, küstahça, haddini bilmezce sözler bunlar – çünkü ağır ağır dönen çarkının üzerinde bizi biçimleyen, bozup yeniden yapan gerçekliktir. Bu perde arası ada deneyimimden kazancım olduysa belki de kentin gizli doğrusunu yazmakta tam bir başarısızlığa uğradığım için olmuştur. Şimdi de zamanın doğasıyla yüz yüze gelmiştim, insan ruhunun o hastalığıyla. Kâğıt üzerinde yenilgiyi kabul etmek zorundaydım. Ama yazmak beni, bir anlamda, şaşılacak bir biçimde çoğaltmıştı; imgelemin dipsiz mağaralarına birer birer gömülüp yok olan sözcüklerin başarısızlığı. Çok pahalı bir yaşamayabaşlama biçimi, evet; ama zaten, kendini yakalamaya çalışmanın bu garip teknikleriyle beslenmiş özel yaşamlar çeker biz sanatçıları. Peki ama… ben değiştiysem, ya dostlarım – Balthazar, Nessim, Justine, Clea – ne durumdalar acaba? Böyle bir zaman aralığından sonra onların ne gibi yönlerini fark edeceğim acaba, yeni bir kentin, şu anda bir savaşın içinde yüzen bir kentin havasına yeniden girdiğim zaman? İşte güçlük buradaydı. Bir şey söyleyemezdim. Kaygılarım, içimde Çoban-yıldızı gibi titreşiyordu. Yeni imgeler, yeni kentler, yeni durumlar, yeni aşklar adına, düşlerimin bin bir güçlükle kazanılmış topraklarından vazgeçmem kolay değildi. O yerle ilgili düşlerime saplantılı biri gibi sarılır olmuştum… Bulunduğum yerde kalmak, diye düşünüyordum, acaba daha akıllıca olmaz mıydı? Belki. Ama gitmem gerektiğini biliyorum. Gerçekten de hemen bu gece gitmeliydim! Bu düşünceyi kavramak behim için çok güçtü, o yüzden kendi kendime yüksek sesle fısıldamak zorunluğunu duydum. Ulak geldikten sonraki on günü altın bir bekleyiş suskunluğu içinde geçirdik; hava da buna uydu, birbirini izleyen masmavi günler, rüzgârsız denizler yüzümüze güldü. İki doğa görünümünün ortasında duruyorduk, birinden ayrılmaya gönülsüz, ama ötekiyle karşılaşmak için sabırsızlanarak. Bir kayalığın kıyısındaki martılar gibi dengelenmiş. Başka başka imgeler, daha şimdiden düşlerimde birbirlerine karışmaya, birbirlerinin önüne dikilmeye başladı. Bu ada evi, örneğin, puslu gümüş rengi zeytin ağaçları, kırmızı ayaklı kekliklerin dolaştığı badem ağaçları… Pan’ın keçi yüzüne benzer yüzünden başka hiçbir şey göremeyeceğiniz sessiz orman açıklıkları. Buranın basit biçimleri, parlak renkleri bizi sıkboğaz eden öteki önsezilerle karışamazdı. (Yıldız yağmurlu bir gökyüzü, ıssız kumsallarda dalgaların zümrüt renkli gelgiti, güneyin beyaz yollarında martı haykırışları.) Bu Yunan dünyası daha şimdiden unutulmuş kentin kokularının saldırısına uğruyordu – terleyen gemi kaptanlarının doyasıya içki içtikleri, çatlayıncaya kadar yemek yedikleri, uysal bakışlı Arap cariyelerin kolları arasında fıçı gibi gövdelerinin bütün kösnüsünü boşaltırken halsiz düştükleri dağlık burunlar. (Aynalar, gözleri kör edilmiş kanaryaların yürek paralayıcı tatlı sesleri, nargilelerin gülsuyu kâselerinde hava kabarcıkları, tefarikotu ve tütsü kokuları.) Birbirlerini kerttiriyorlardı, bu uzlaşmaz düşler. Dostlarımı tekrar görüyordum (artık ad olarak değil), bu ayrılığın bilgisinin ışığıyla yeniden aydınlanmış olarak. Benim yazdıklarımdan türemiş gölgeler değildiler artık, yeniden canlanmışlardı – ölüler bile. Geceleri gene Melissa’yla (pişmanlıkların ötesindeydi artık, çünkü düşlerimde bile onun ölü olduğunu biliyordum) o büklüm büklüm sokaklarda, kol kola mutluluk içinde yürüyordum; makas gibi dar bacaklarıyla sallantılı bir yürüyüşü vardı. Her adımda kalçasını benimkine yapıştırma alışkanlığı. Şimdi her şey gözüme sevimli görünüyordu – hatta tatil günleri giydiği ucuz ayakkabıları, eski pamuklu entarisi bile. Boynundaki aşk ısırığının hafif morluğunu pudrayla kapatamamıştı… Sonra gözden kayboldu, üzüntülü bir feryada uyandım. Zeytin ağaçlarının arasından gün ağarıyor, kımıltısız yaprakları gümüşlüyordu. Sonra, bir noktada ruh huzuruma yeniden kavuştum. Bundan ayrılmadan önceki şu bir avuççuk mavi günler – onların değerini bildim, basitliklerinin tadını bol bol çıkardım: Eski ocakta yanan zeytin odunları, ocağın rafında duran, en son kaldırılacak olan Justine portresi, kullanılmaktan eskimiş masanın, iskemlenin, yeni açan kuzukulaklarıyla dolu mavi emaye tasın üstünde oynaşan alevler. Kentin bununla ne ilişkisi vardı – yeni açmış top top badem çiçekleriyle kış arasında sarkan bir ipin ucunda sallanan bu Ege ilkyazıyla? Bir sözcükten başka bir şey değildi, fazla bir anlam taşımıyordu, bir düşün kıyılarına çiziktirilmiş ya da yürek atışlarının yansıttığı istekten başka bir şey olmayan zamanın alışılmış müziğinin ahengine uyarak zihinde yinelenen bir sözcük. Gerçekten de çok sevmeme karşın orada kalacak gücü kendimde bulamıyordum; artık nefret ettiğimi bildiğim o kent bana değişik bir şey sunuyordu- damgasını taşıdığım yaşam deneyiminin yeni bir değerlendirmesi. Bir daha dönmemecesine ayrılabilmek, oradan kurtulmak için oraya bir kez daha dönmek zorundaydım. Zamandan söz ettiysem, zamanın elinden kurtulan o ıssız alanlarda oturmayı sonunda öğrenmeye başlayan bir yazar olarak söz ettim – deyim yerindeyse, saatin tik takları arasında yaşamaya başlayan. Ortak öykümüzün gerçek tarihi olan sürekli şimdi, yani insan zihni; geçmiş öldüğü, geleceği yalnızca arzu ve korku temsil ettiği zaman, ölçülmeyen, geçip gitmesine seyirci kalınamayan o geçici an ne olacak? Çoğumuz için Şimdi denen şey, perilerin o büyülü şölen sofrası gibidir – daha ağzımıza bir lokma bir şey koyamadan önümüzden kaçırılır. Olen Pursewarden gibi ben de çok yakında bütün yüreğimle şunu söyleyebilmeyi umuyordum: “Kendi kendine, ‘Gerçek yaşam hangi noktada başlar?’ sorusunu hiç sormamış olan insanlar için yazmıyorum ben.”
Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü #4 – Clea
PDF Kitap İndir |