Paulo Coelho – Zahir

“Seni kendimden bile daha çok seviyorum.” Eğer bunu söyleyebilirsem kendimle barış içinde yaşamayı sürdürebilirim, çünkü bu aşk beni rehin aldı. Ünlü, başarılı, zengin bir yazarın savaş muhabirliği yapan karısı Esther bir gün ansızın ortadan kaybolur. Esther kaçırılmış mıdır, öldürülmüş müdür, yoksa kocasını mı terk etmiştir? Çok sevdiği karısını bulmak için yanıp tutuşan yazar, Esther’in en son birlikte görüldüğü Kazak genci Mikhail’le birlikte Fransa’dan İspanya’ya, Hırvatistan’dan Orta Asya steplerine uzanan bir yolculukta bulur kendini. Bu büyülü yolculuk giderek bir ‘iç yolculuğa’ dönüşecek, yazar yazgının gücü ve aşkın doğasını yeniden keşfedecek, yaşamına yeni değerler biçecektir… Günümüzün en çok okunan yazarlarından Paulo Coelho, daha önce yayınlanan Simyacı, On Bir Dakika, Veronika Ölmek İstiyor gibi romanlarından sonra Zâhir’de de, okurlarını bir ruh yolculuğuna çıkarıyor. Zâhir’i okuduğunuzda, kendinizi daha derinden tanıyacaksınız.   Ben Özgürüm Adı Esther; bu ülkeye yapılmasından korkulan saldırı tehlikesi nedeniyle çok kısa bir süre önce Irak’tan hiç tanışmadığımı söyledim. Karımla aramızda bir sorun olup olmadığını sordu. On yıldır birlikte olduğumuzu, her evlilikte yaşanandan daha fazla sorun yaşamadığımızı söyledim. Son zamanlarda hiç boşanmaktan söz etmiş miydik, ya da karım beni terk etmekten bahsetmiş miydi; bunları sorarken çok dikkatliydi. Böyle bir olasılığı aklımızdan bile geçirmediğimizi söyledim, ‘her evlilikte yaşandığı’ gibi zaman zaman anlaşmazlıklarımız olduğunu tekrarladım. Sık sık mı, yoksa sadece ara sıra mı? “Ara sıra,” dedim. Hâlâ çok dikkatli soruyordu. Karım acaba arkadaşıyla olan ilişkimden dolayı beni hiç suçlamış mıydı? Arkadaşıyla birlikte olduğum o gecenin ilk ve son kez olduğunu söyledim. Bu bir ilişki değildi, yapacak bir şeyimiz yoktu ve kendiliğinden oluvermişti, çok sıkıntılı bir gündü, ikimizin de öğle yemeğinden sonra verilmiş bir sözü yoktu, baştan çıkarma oyunu da yaşama daima küçük bir lezzet katardı; sadece bu yüzden geceyi yatakta sonlandırmıştık.


“Sadece sıkıcı bir gün geçirdiğiniz için mi bir başkasıyla yattınız?” Bu gibi konuların onun araştırmasının kapsamına girmeyeceğini, ama yardımına ihtiyacım olduğunu ya da daha sonra olabileceğini ona söylemeyi düşündüm buna rağmen İyilik Bankası adında görünmez bir kurum vardı ve bu kurumu daima çok yararlı bulurdum. “Bazen evet. Yapacak daha ilginç bir şey yok, kadın heyecan arıyor, bense macera, hepsi bu. Ertesi gün, her ikiniz de hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsunuz ve yaşam devam ediyor.” Teşekkür etti, elini çenesinin altına dayadı ve kendi dünyasında işlerin pek de böyle olmadığını söyledi. Doğal olarak sıkıntı ve bezginlik oluyordu, bir başkasıyla yatma isteği doğuracak kadar, ama her şey çok daha fazla kontrol altındaydı ve kimse arzularına ya da kendi düşüncelerine göre davranamazdı. “Belki de sanatçılar daha özgürler,” dedi. Onun yaşadığı dünyaya yabancı olmadığımı söyledim, ama toplum ve insanlık hakkındaki farklı görüşlerimiz arasında bir karşılaştırma yapmaya hiç niyetim yoktu. Sessiz kalarak, bir sonraki hamlesini bekledim. “Özgürlükten bahsetmişken,” dedi, bu yazarın bir polis memuruyla tartışmaya girmeyi reddetmesinden biraz da hayal kırıklığına uğramış olarak, “istediğiniz zaman gidebilirsiniz. Şimdi sizi tanıdım ya, artık kitaplarınızı okuyacağım. Biliyorum, sevmediğimi söyledim, ama gerçek şu ki aslında hiçbirini okumadım.” Bu sözcükleri ne ilk ne de son kez duyuyordum. En azından tüm bu konuşmaların sonunda yeni bir okur kazanmıştım. Elini sıktım ve oradan ayrıldım.

Özgürüm, hapishaneden çıktım, karım gizemli bir biçimde ortadan kayboldu, belirli bir çalışma saatim yok, yeni insanlarla tanışırken zorlanmam, zenginim, ünlüyüm ve eğer Esther gerçekten beni terk ettiyse, onun yerini tutacak birini eninde sonunda bulurum. Özgürüm, bağımsızım. Ama özgürlük nedir? Yaşamımın büyük bölümünü şunun ya da bunun tutsağı olarak geçirdim, dolayısıyla kelimenin ne anlama geldiğini biliyordum. Çocukluğumdan beri en değerli varlığım, özgürlüğüm için savaştım. Yazar değil, mühendis olmamı isteyen ailemle kavga ettim. Acımasız şakalarıyla beni alaylarının hedefi haline getiren okuldaki diğer çocuklarla kavga ettim, sadece benim burnumdan onlarınkinden daha fazla kan aktığında, ya da annemden yüzümdeki yara izlerini saklamak zorunda kaldığım çünkü sorunlarımı çözmek benim isimdi, onun değil öğleden sonraları, acaba gözyaşlarına boğulmadan dayak yiyebildiğimi onlara kanıtlayabildim mi? Hayatımı devam ettirebilecek bir iş bulmak için kavga ettim. Bir nalbur dükkânında dağıtım elemanı oldum, böylece ailemin şantajlarımdaki o kara cümleden de kurtulmuş olacaktım: “Sana para vereceğiz, ama sen de şunları, şunları yapmalısın…” Büyüme çağında her ne kadar başarıyla sonuçlanmadıysa da âşık olduğum kız için kavga ettim, o da beni seviyordu; sonunda beni terk etti çünkü ailesi benim bir geleceğim olmadığı konusunda onu ikna etti. İkinci işim olan gazetecilik dünyasındaki düşmanca tavırla savaştım. İlk patronum beni üç saat boyunca bekletmiş ve ancak ben okuduğu kitabı yırtmaya başlayınca dönüp bana bakmaya tenezzül etmişti; şaşkınlıkla bana bakıp bende iyi bir muhabir olabilmek için önemli nitelikler sayılan düşmanın karşısına çıkma ve direnme yeteneğine sahip birini görerek işe almıştı. Sosyalist idealler için savaştım, hapishaneye girdim çıktım ve savaşmaya devam ettim, Beatles’ı ilk kez dinleyinceye kadar bir işçi sınıfı kahramanı gibi hissettim kendimi. Sonra rock müziğin Marx’tan daha eğlenceli olduğuna karar verdim. Birinci, ikinci ve üçüncü karımın aşkını kazanmak için savaştım. Birinci, ikinci ve üçüncü karımı terk edecek cesareti bulabilmek için savaştım, çünkü onlara duyduğum aşk bitmiyordu ve gitmek zorundaydım; ta ki beni bulmak için bu dünyaya gelmiş o kişiyi buluncaya kadar ve o, bu üç kadından biri değildi. Gazetedeki işimden ayrılacak cesareti bulmak için de savaştım ve kendimi kitap yazma macerasının içine attım, üstelik benim ülkemde hiç kimsenin yazarlıkla karnını doyuramayacağını bilerek. Bir yıl sonra, binlerce sayfadan fazla yazdıktan sonra pes ettim yazdıklarım o kadar dâhiceydi ki, ben bile okuyunca anlamıyordum.

Ben böyle her şeyle kavga ederken, duydum ki diğer insanlar özgürlükten bahsediyorlar ve bu biricik haklarını savundukça, ailelerinin isteklerine daha fazla boyun eğiyorlar, yaşamlarının geri kalanını birlikte geçirmeye söz verdikleri insanlarla evliliklerine, ekonomiye, yaptıkları diyetlere, yarım kalmış projelere, ‘Hayır’ ya da ‘Bitti’ demeyi bir türlü beceremedikleri sevgililerine, hiç sevmedikleri insanlarla öğle yemeği yemeye mecbur oldukları hafta sonlarına esir oluyorlar. Lükse, lüksün görüntüsüne, lüksün görüntüsünün görüntüsüne köle olanlar. Kendilerinin seçmediği ancak onlar için en iyisinin bu olduğuna inandırıldıkları bir yaşantının kölesi olanlar. Ve birbirinin aynı günler ve geceler geçirenler, ‘macera’ kelimesinin sadece kitaplarda geçen bir sözcük ya da daima açık duran televizyonda bir hayal olduğu günler ve geceler; ve ne zaman önlerinde yeni bir kapı açılsa, “İlgilenmiyorum. Havamda değilim,” diyenler. Oysa hiç denemedikleri bir şey için hazır olup olmadıklarını nereden bilebilirler? Ancak bunu sormanın bir anlamı yok; gerçek ise içinde büyüdükleri ve alışkın oldukları dünya düzeninin bozulmasından korkmalarıdır. Komiser özgür olduğumu söylüyor. Şimdi özgürüm ve hapishanede de özgürdüm, çünkü dünyada en fazla değer verdiğim şey ‘özgürlüktü’. Elbette, sırf bu nedenle sevmediğim şarapları içtim, yapmak zorunda olmadığım ve bir daha da asla yapmayacağım şeyleri yaptım, bunlar bedenimde ve ruhumda izler bıraktı, bir başkasını benim yaşama duyduğum arzuya ve çılgın tutkuya eşlik etmeye zorlamanın dışında yapacak hiçbir şey olmadığını anladığım zaman beni bağışlamalarını istediğim halde, bu bazılarını incitmek anlamına geliyordu. Acı dolu günleri inkâr etmiyorum; izlerini madalyalar gibi taşıyorum içimde. Özgürlüğün bedelinin çok yüksek olduğunu biliyorum, en az köleliğin bedeli kadar yüksek; aradaki tek fark özgürlüğün bedelini keyif ve gözyaşlarıyla karışmış bile olsa bir tebessümle ödüyorsunuz. Karakoldan çıktım, dışarda çok güzel bir gün başlıyordu, aklımdan geçenlerle uzak yakın ilgisi olmayan güneşli bir pazar günü. Avukatım birkaç teselli edici sözcük ve bir demet çiçekle beni bekliyordu. Tüm hastaneleri ve morgları aradığını söyledi (birisi eve dönmediği zaman yapılan şeyler yani), ama Esther’den hiç haber yoktu. Gazetecilerin beni gözaltında tutulduğum yerde bulmalarına engel olabildiğini söyledi.

Gelecekte karşı karşıya kalabileceğim suçlamalardan kendimi koruyabilmek için yasal bir strateji belirlemek üzere benimle konuşması gerektiğini ekledi. Bu kadar sıkıntıya girdiği için ona teşekkür ettim, yasal bir strateji geliştirmeye pek de meraklı olmadığını biliyordum, sadece beni yalnız bırakmak istemiyordu; çünkü neler yapabileceğimi kestiremiyordu (Sarhoş olup yeniden tutuklanır mıydım? Bir skandala neden olabilir miydim? Kendimi mi öldürecektim yoksa?). Ona düzene koymak zorunda olduğum bazı işlerim olduğunu söyledim; her ikimiz de yasalarla ilgili bir sorun yaşamayacağımı çok iyi biliyorduk. Israr etti, ama ona başka seçenek bırakmadım sonunda özgürüm. Özgürlük. Perişan bir biçimde yalnız kalma özgürlüğü. Paris’te kent merkezine gitmek için bir taksiye atladım ve şoföre Zafer Anıtı’na yakın bir yerde inmek istediğimi söyledim. İkimizden birinin her yolculuktan dönüşünde sıcak çikolata içmek için Esther’le sürekli buluştuğumuz Champs Elysee’deki Hotel Bristol’e doğru yola çıktım. Hayat bizi sürekli birbirinden uzak yollara göndermeye devam etse bile bu bizim eve dönüş ritü elimizdi, bizi bir arada tutan aşkın kollarına yeniden atılmaktı. Yürümeye devam ettim. İnsanlar gülümsüyordu, çocuklar kışın ortasında kendilerine bahşedilen bu birkaç saatlik bahar havası nedeniyle mutluydu, trafik rahatça akıyor, her şey yolunda görünüyordu ama hiç kimse karımı yeni kaybettiğimi bilmiyordu, hatta biliyormuş gibi bile yapmıyorlar, hiç umursamıyorlardı. İçimdeki acıyı anlamıyorlar mıydı? Herkes üzgün olmalıydı, beni anlamaları gerekiyordu, ruhu kan kaybedercesine aşkını kaybeden bu adama destek vermeliydiler; ama gülmeye devam ediyorlardı, küçük mutsuz dünyalarının içine dalıp gitmişlerdi. Ne tuhaf bir düşünce! Yanından geçtiğim birçok insanın ruhu da paramparça olmalı ve nasıl ve ne için acı çektikleri hakkında hiçbir fikrim yok. Bir bara girdim ve sigara aldım, bardaki adam İngilizce konuşuyordu. Bir eczaneye girip çok sevdiğim naneli tabletlerden aldım ve oradaki kalfa da benimle İngilizce konuştu (her iki defasında da ben Fransızca konuştuğum halde).

Otele varmadan, bir dükkân arayan ve Toulouse’dan henüz gelmiş iki genç beni durdurdu; bir yığın insana sormuşlar, ama kimse onların ne söylediğini anlamamıştı. Neler oluyor? Tutuklandığımdan beri geçen yirmi dört saat içinde Champs Elysees’de konuşulan diller mi değişti?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir