Talip Apaydın – Yarbükü

— Osman ağa! Osman ağa!… Adam yeni çimlenmiş çeltik tarlasının kıyısına eğilmiş, maşalanın tirini düzeltiyordu. Ku lakları ağır işittiğinden Remzi’nin sesini duj muyordu. — Osman ağaaa!. Remzi su arkını atladı. Tarlanın kıyısın doğru yürüdü. Sinirlenmişti iyice. Omuzundal küreği su dolu maşalaya vurdu. — Ne be yahu, ne bu? diye bağırdı. Osman ağa yarı korkulu bir şaşkınlıkla doğruldu. Yüzü sağır insanlara mahsus bir saflı içindeydi. — Haa? diye kulağını Remzi’nin ağzına da yadı. Remzi bir ince bir kalın çıkan sesiyle bağırdı; — Irmağın suyu hep sana mı akacak Os man emmi? Ne bu yahu? Bizim tarlalar çatı çatır kurudu aşağıda, biraz acıyın be! Osman ağa şimdi anlıyabilmişti. Aşağıda! tarlalara baktı. Az ilerde çeltik otu ayıklıya; Haydar’ın karısı ile kızı doğrulmuşlar, bu yan bakıp gülüyorlardı.


Remzi terlemiş, sinirli yüzüyle boyuna söj leniyordu; — Vallahi kurudu. Bu yıl bizimkisi have Herkes kendini düşünüyor. Biz de komşuyu yahut — İyi oğul, dedi Osman ağa. Gözün bir beni mi görüyor? Herkesin tarlasına su akıp durur baksana… — Onlara da gideceğim Osman emmi. Al-lahını seversen biraz kapat şunu. Arkın suyu hep size dönmüş… Maşalanın kıyısında arka arkaya yürüdüler. Çeltik tarlaları her zaman çamur içinde olduğundan ikisinin de bacakları dizlerine kadar sıvalıydı. Yalın ayaktılar. Buralarda akşamlara kadar bu kılıkta çalışılırdı. Osman ağanın geverine taş koydular, suyu biraz azaltıp ayarladılar. Remzi yalvardı, — Osman emmi, gayri kurcalama, oh Osman emmim. Benim tarla vallahi takır takır kurudu. Bir görsen adamın yüreği dayanmaz. Remzi’nin sesi hep böyleydi. Konuşurken çeşitli tonlarda çıkardı. Bazan kadın sesine, bazan erkek sesine benzerdi.

Çene kemikleri dışarı çıkacak gibi fırlamış, zayıf ince yüzünde yılgın, ürkek bir hal vardı. Aceleci bir takım hareketler yapar dururdu. Böyle kimseler konuştukları insanlar üstünde zayıf bir etki bırakırlar nedense. Söyledikleri ciddî bile olsa önemsiz gibi gelir insana. Osman ağa kulağını Remzi’nin ağzından çekerek. — Olur, olur… diye kafasını salladı. Sonra yukarı tarafları gösterdi, — Oralara git, oralara. Sen arkın suyunu çoğalt hele. Remzi küreğini omuzuna aldı. Arkın kıyısını koğuşturarak yukarılara gitti. Haydar’ın karısı ile kızı ımbıl ımbıl su dolu maşalaya tekrar eğildiler, — Uğraşır uğraşır sonu boş, dedi kadın. Yalvarmakla iş mi olur? Kızı yanıt vermedi. Her gün konuştukları konuydu bu. Çeltiklerin içinden teker teker bulup köklediği bir tutam yeşil darıyı doğrulup maşalanm kıyısına attı. — Bugün Halime abla görünmüyor, dedi.

Gelmedi mi ne? — Kim bilir? Belki ot ayıklıyordun — Kuru yerde ot mu ayıklanır, aşağı su gitmiyor ki… Anası yanıtlamadı. Başka bir şey düşünmeğe başlamıştı anlaşılan. Kız darılara eğilirken anasının yüzüne baktı. Ağzının iki ucunda yukarıdan aşağı inen ince çizgiler vardı. İnsan gülümserken ya da iyi şeyler düşünürken bu çizgiler derinleşir. O anda kızın da içinden hoş şeyler geçti. — Ana, dedi. Babam gelince su derdinden de kurtuluruz gayri. Anası gülümseyerek doğruldu. Elinde biriktirdiği darı tutamını kıyıya fırlattı. — Şimdiden kurtulduk baksana, dedi. Remzİ kaç zamandır bize bir şey söylüyor mu? Haberimiz bile olmadan gelip geçiyor. Geleceğini duydu da gayri… Kız bunu hiç düşünmemişti. — Hee ,diye doğruldu. Ama o söylese ne, söylemese ne? Arkda su olduktan sonra… Çeltik tarlasına tekrar eğildiler.

— Ah bir gelivçrseydi ah, diye inledi kadm. Remzi Kara Mahmut’un tarlasına dönüp gevere baktı. Sular arkda anafor yapıyordu, «çık çık etti. Küreğe dayanıp karşı tarafa atladı. Tarlaya doğru giden su yoluna baktı, insan beli gibi akıyordu sular. Kafasını sinirli sinirli iki’ yana salladı. Kara Mahmut görmüştü onun bu halini. «Bakalım ne yapacak» diye bekliyordu. Remzi neden sonra bağırdı, — Ula Mahmut, kardaşım! Bu ne suyu böy-Is yahu? Üç dönümlük tarlaya beş değirmenlik su akıtılır mı? Bize yazık değil mi yahu? — Hav hav hav hav!… Kara Mahmut böyle cevap vgrdi. — Yazık sana yazık. Her gün, her gün na bu be? — Hav hav hav… — Bir de hısımım olacaksın, ayıp bu senin yaptığın! — Hav hav hav hav!… Komşu tarlalarla çeltik otu ayıklayanlar hep doğrulmuş, Remzi’yle Kara Mahmut’un tartışmasını seyrediyorlardı. Kara Mahmut «hav hav» ları bir inceli, bir kalınlı çıkararak Remzi’nin sesine benzetmeğe çalışıyordu. O işin alayında idi. Remzi’nin zayıf yüzü sinirden sararmıştı. Konuşurken ağzından tükrükler fırlatıyordu.

Kara Mahmut dizlerine kadar sıvalı beyaz iş donu ile Remzi’nin yanına geldi, îri yarı bir adamdı. Yürürken kabadayıca omuzlarını sallıyordu. Kalın sesiyle; — Ne diyorsun sen? diye sordu. — Ne diyorsunu var mı yahu? dedi Remzi. Şu akıttığın suya bak. Arkın yansı sana akıyor! — Ee! Ne demek istiyorsun yâni? — Geverini biraz kapa demek istiyorum. Ne bu böyle? — Öyle söylesene. Neye «hav hav» yapıyorsun? — Bırak be Allahaşkma! Orada bizim çeltik yanıyor, sen burada matrak geçiyorsun. — Hav hav hav… yamyorsa gir arka da, geveri biraz kapat! Remzi can sıkıntısı içinde arka girdi. Kara Mahmut’un geveri ne taş koydu. — Olmadı, dedi Kara Mahmut. Vur deyince öldürdün. Hepten kapattın. Remzi ayağı ile taşı azıcık oynattı. Gevere giden sular ayağını çekiyor, horultuyla akıyordu.

Kara Mahmut, — Tamam… diye bağırdı dışardan. Remzi küreğine dayanarak çıktı. Tarlaya aşağı çağlı-yarak koşan sulara baktı. «Üç dönümlük yere bu su bile çok emme, neyse» diye düşündü. — Allahaşkma fazla açma, dedi. Bizim çeltik kurudu gitti. Acıyın biraz yahu… Kara Mahmut kocaman, esmer yüzünü Rem-zi’ye doğru eğip sırıttı. İşi gücü yok, eğlence arıyordu. — Bırak yahu… diyerek yürüdü Remzi. Sen de iyice soytarı oldun! Sıkılıyor, kendi kendini yiyordu. «Hiç adam yok şu bizim bükde» diye mırıldandı. «Hem adama «ağasın» derler, hem de böyle yaparlar.» Bük yolu ,adam boyu büyümüş yaban otlarının arasından geçiyordu. Arkın kıyısında meyve ağaçları, bazan gökyüzüne doğru uzayıp gitmiş kavaklar vardı. Remzi omuzundaki küreği ile ağaçların altından geçti.

Kürek dallara takılmasın diye dikkat ediyordu. Gölgelerden çıkınca kızgın güneşi omuzlarında duyuyor, yürüyüşünü çabuklaştırıyordu. Otsuz yerlerde kızgın toprak yalın ayaklarını yakıyordu. Vakit öğleye yaklaşmış olmalıydı. Remzi Şeyh Ahmet’in tarlasına baktı. Kimse görünmüyordu orada. Geveri dün kendi ayarladığı gibi akıyordu. Bugün bunlardan bir gelen olmamıştı demek. Gelen olsaydı önce tarlanın suyunu çoğaltırdı. Böyleydi Yarbükü’nde âdet. Kimse suya doymuyordu. Çeltik su içinde büyürdü ama, maşalaları dize kadar doldurmağa, fazlasını da tirlerden taşırıp ırmağa akıtmağa hiç gerek yoktu. Bunlar böyle yapınca aşağıdaki tarlalara su kalmıyor, hele Remzi’nin tarlası —bükün en alt başındaydı— çatır çatır çatlıyor, çeltik susuzluktan sararmağa başlıyordu. Mahsul buralarda nasıl da gelişmişti… Şimdiden dize çıkmıştı nerdeyse. Göm-gök göveriyordu.

Hep kendini düşünürdü bu Yarbükü’nün adamı. Tarlası aşağıda olanlar ne halt ederse etsindi. Remzi susuzluktan sararmış çeltiğini hatırlayınca sırtının terlediğini duydu. Kabahat biraz da kendinde oluyordu. Yalvarmakla filân su mu alınırdı elin adamından. Bir de Yarbükü’nün «ağası» ydı sözüm ona. Bu bükte en çok tarlası olan kendisiydi. — Olmaz olsun, diye mırıldandı. Alt başta tarlam olacağına başımda dert olsun bundan iyi. Her Allahın günü gelir, şundan bundan su dilenirdi. Başlarından savunca geverlerini gene ağızlarına kadar açardı itler. Remzi’nin tarlasına varıncaya kadar arkta bir değirmenlik su kalmazdı. On altı dönümlük çeltik tarlasına bu kadarcık su neydi ki! — Şakiir! diye bağırdı. Kardaşım, biraz bizi de düşünün yahu. Takır takır kurudu dilber çeltiğim, — Ne? diye sordu Şakir.

Bir şey anlamamış gibi yaptı. — Geverini çok açmışsın birader. — Yok yok, dedi Şakir. Çok değil, çok değil! Dün ben gelmedim diye çatır çatır kurutmuşsunuz benim çeltiği. Sizde insaf yok be. îki gün gelmesek tarlaya bir yudum su akıtmazsınız. Ayıp canım… Remzi dikilip ımbıl ımbıl su dolu tarlaya baktı. Üstelik kendisini haksız çıkarıyordu adam, «insafsız» oluyordu bir de. — Yahu Şakir, kardaşım, sen bari böyle deme. Şu tarlana bak, bir de git benimkini gör… — Ne olmuş? — Susuzluktan yandı çeltiğim yahu! — Yandıysa ne edelim? Benimki de mi yansın? Bük ağasısın bugüne bugün. Milleti bent tutmağa götür. Görmüyor musun arkın suyu azaldı? Remzi bir şey diyemedi. Sıkıntıyla yukarılara doğru yürüdü . Aliosman ağagil ıslak iş urbaları ile dut ağacının dibine oturmuş, öğlen yemeği yiyorlardı. Karısı ile gelini Remzi’yi görünce toparlanıp, bedenlerine yapışmış ıslak urbalarını düzelttiler.

— Bereketli ola, dedi Remzi. — Buyur! Buyur, ekmek yiyelim… — Ziyade olsun. Suya bakıyorum şöyle. Takır takır kurudu bizim çeltik. Aşağılara hiç su kalmıyor vallahi. — Sorma oğul, dedi Aliosman ağa. Bu bizim Yarbükü’nün adamı gibi feyilsiz adam olmaz. Ellerinden gelse hep geverler! açıp arkı kendi tarlalarına akıtacaklar. Millette yol düzen kalmadı be. Ne büyük tanıyan var ,ne küçük… Tövbe tövbe, Allahsız millet böyle yapmaz yahu. — Bent tutmağa gidelim mi Aliosman emmi? Arkın suyu iyice azaldı. Bir gün komşulara söyliyelim de… — Valla bilmem. Gidelim dersen gidelim. Ama işi sıkı tutalım. Gene geçen günkü gibi olacaksa, hiç gitmiyelim.

Kimisi gelir, kimisi gelmez, öyle şey olmaz. — Ne diyeyim Aliosman emmi? Şu Yarbü-kü’nde en büyüğümüz sensin. Böyle işlerde millet beni dinlemiyor. Sen de hiç yardım etmiyor sun. — Yardım da neymiş oğul? Gelmeyen dür züye dayanırsın cezayı, o zaman aklı başına ge lir. Baksana Eskibük’de nasıl yapıyorlar? — Ceza yazdım emmi, gelmeyenlere hep yaz dim. — Eee, aldın mı? — Çeltik kalkınca alacağız. Komşular 5yi dediler. Aliosmanağa kırçıl sakalını salladı, —îşte bu olmaz! Sona kalan dona kalu Onun için gelmiyorlar ya işte. Basıp peşin almalı ki iş sağlam olsun. Remzi yürüdü; — İyi ama verirler mi? Bilmez gibi söylüyorsun bükün adamını. — Essek gibi verirler! diye bağırdı Alios-man ağa. Bük ağası basıp- alabilse… Sonra ekmeğini yoğurda banıp ağzına götürdü. Lokmasını çiğnerken daha bir şeyler söyledi Remzi’nin arkasından. Karısı, — Yavaş söyle herif, dedi.

Duyarsa ayıp olur. — Duysun yahu! Yalan mı söylüyoruz? Kep bunun yüzünden bu bükün hali. Remzi duymuştu. Sinirlenerek kafasını iki yana salladı. Kime kızdığı belli değildi. — Allah belâsını versin, diye söylendi. Dişlerini sıkıyordu. Alt başta on altı dönüm tarlam olacağına, şuralarda beş dönüm olsaydı bundan iyiydi. Ne bu çektiğim be! Kimseyle kötü olmı-yalım diyoruz… Yürümüyor işte! Arka eğilip Aliosman ağanın geverine bahtı. Güldür güldür akıyordu sular. Görünmemeğe çalışarak, usulca arka girdi. Geverin taşını ayağı ile oynatıp suyu azalttı. Buraların çeltiği iyiden iyiye gelişmişti. Ma-şalalar şimdiden gümrah yeşil bir renk almışlardı. Uzaktan diplerindeki göllenmiş su görünmüyordu.

Remzi tarlalara bakarken boynunu kaşıdı. Sıkıntısı artmıştı iyice.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir