John Steinbeck – Ay Battı

On bire çeyrek kala her şey olup bitmişti. Kasaba kuşatılmış, savunucular yenilmiş, savaş da sona ermişti. Düşman bu küçük çarpışmaya daha büyüklerine gösterdiği özenle hazırlanmıştı. O pazar sabahı postacı ile polis memuru, kasabanın kalbur üstü esnafından Bay Corell’in teknesiyle balık avına çıkmışlardı. İçi tıklım tıklım asker dolu, küçük, kapkara çıkartma gemisi sessiz sedasız yanlarından geçerken postacı ile polis, kıyıdan birkaç mil açıktaydılar. Devlet memuru olarak bu, her ikisini de ilgilendirdiği için hemen paçaları sıvamışlardı, ama onlar karaya varıncaya kadar kasabadaki askerler çoktan baskına uğramıştı. Postacı ile polis, hükümet konağındaki kendi odalarına bile giremeden savaş tutsağı olarak yakalanıp hapse tıkıldılar. Sayısı topu topu on ikiyi geçmeyen kasaba askerleri o pazar hayli uzaktaydılar. Kasabanın ileri gelen esnafından Bay Corell, hedefi, kurşunları, hatta verilecek ödülleri de hazırlayarak dağların on kilometre berisinde gene kendine ait güzel bir arazi üzerinde askerlerin onuruna bir atış yarışması düzenlemişti. Bu iri yarı kalender çocuklar, uçakların seslerini duyup da ta uzaktan paraşütleri görünce tabana kuvvet kente dönmüşlerdi. Ama onlar dönünceye kadar düşman çoktan yolları makineli tüfeklerle tıkamıştı. Savaşı az bilen, yenilmeyi ise hiç tanımayan bu kalender askerler, tüfekleriyle derhal ateş açmışlardı. Makineli tüfekler bir an işleyiverince askerlerin altısı cansız, üçü yarı canlı birer yığın halinde yıkılmışlar, diğer üçü de tüfeklerini sırtlayıp dağlara kaçmıştı. On buçukta düşman bandosu kent alanında güzel ve hazin havalar çalıyor, kentliler ağızları yarı açık, şaşkın gözlerle oldukları yerde durup müziği dinliyor, koltuklarında makineli tüfek taşıyan, boz miğferli yabancılara alık alık bakıyorlardı. Onu otuz sekiz geçe “cansız yığınlar” gömülmüş, paraşütler katlanıp kaldırılmış, düşman taburu Mr.


Corell’in rıhtımın hemen yanında, raflarında bir tabura yetecek kadar yatacak yer ve battaniye bulunan ambarında konaklamışlardı. On bire çeyrek kala, Belediye Başkanı Orden’e düşman komutanı Albay Lanser’in kendisini ziyaret isteğinde bulunduğu bildirilmiş ve görüşmenin saat tam on birde Belediye Başkanının beş odalı konakçığında yapılması kararlaştırılmıştı. Konağın kabul salonu şipşirin, rahat bir odaydı. Kumaşı yıpranmış yaldızlı koltuklar, işi gücü olmayan bir yığın uşak edasıyla odanın dört bir çevresine derli toplu yerleştirilmişti. Kavisli mermer şöminede alevsiz bir ateş yanıyor, yanında üzeri yağlı boya süslü bir kömür kutusu duruyordu. Şöminenin üstündeki rafta, bir sürü tombul vazo arasında, porselen bir saat, sırtında birbiri üstüne yığılmış bir alay kanatlı melek taşıyordu. Koyu kırmızı duvar kâğıdı yaldızlı motiflerle süslüydü. Odanın tahta kısmı beyaz, sevimli ve tertemizdi. Tablolara gelince, hemen hepsi, korkudan ödü patlamış bir alay çocukla onların karşısında kahraman koca koca köpeklere dairdi. Koca bir köpeğin çocukta uyandırdığı korkunun yanında su, ateş ve deprem hiç kalır. Şöminenin yanı başında, kentin tarihçisi ve doktoru, kendi halinde, iyi yürekli, sakallı bir ihtiyarcık olan Dr. Winter oturmuş, ellerini kucağında kavuşturup, baş parmaklarını birbiri çevresinde döndürürken, şaşkın şaşkın önüne bakıyordu. Dr. Winter o kadar sade bir insandı ki, ancak pek derin biri onda bir derinlik sezebilirdi. Acaba parmaklarımın becerisini gördü mü diye başını kaldırıp Belediye Başkanının uşağı Joseph’e bakarak, “Saat on birde mi dedin?” diye sordu.

Joseph dalgın dalgın cevap verdi. “Evet efendim. Mektupta on bir diye yazıyordu.” “Sen mi okudun?” “Hayır efendim. Başkan kendileri okudular.” Joseph, son yerleştirdiğinden beri yerlerinden oynayıp oynamadığını anlamak için yaldızlı koltukları incelemeye koyuldu. Münasebetsiz, alaycı ve tozlu diye adlandırdığı eşya denen bu nesnelere öfkelenmeyi huy edinmişti. Belediye Başkanı Orden’in insanların önderi olduğu bu dünyada, Joseph de eşya, çatal-bıçak ve tabakların önderiydi. Joseph yaşlıydı, sıskaydı ve ciddi bir adamdı; yaşamı öylesine karmaşıktı ki ancak pek derin bir insan onu basil sayardı. Dr. Winter’in parmaklarını evirip çevirmesinde hiçbir beceri göremiyordu, hatta bu hali onun sinirine bile dokunuyordu. Joseph ortada önemli işler dönmekte olduğunu sezdi. Öyle ya, kente yabancı askerler dolmuş, kasaba askerleri öldürülmüş ya da tutsak edilmişti. Neyse, er geç Joseph de olup bitenler hakkında bir fikir edinirdi kuşkusuz. Ne yersiz şakalara, ne parmak becerilerine katlanacak hali yoktu.

Dr. Winter iskemlesini alışılmış yerinden bir iki santim beriye çekince, Joseph iskemleyi eski yerine koyabileceği anı sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Dr. Winter yeniden sordu: “Saat on birde demek? Tam o anda burada olurlar. Dakik insanlardır bunlar.” Joseph dinlemeden cevap verdi: “Evet efendim.” Doktor: “Dakik insanlar,” diye tekrarladı. “Evet efendim.” “Vakte ve makineye önem verirler.” “Evet efendim.” “Sanki beklemeyip kaçacakmış gibi, yazgılarına son süratle koşarlar. Dönen dünyayı omuzlarıyla iteklerler.” Artık “evet efendim” demekten bezen Joseph, bu defa: “Pek doğru efendim,” diye cevap verdi. Joseph bu konuşmadan pek hoşlanmamıştı, çünkü bir türlü olup bitenler hakkında bir fikir edinemiyordu. Biraz sonra gidip de Aşçı kadına “Dakik insanlar bunlar, Annie” dese, bu laflardan bir anlam çıkmayacak, üstelik Annie “Kim” ve “Neden” diye soruverecek, sonunda “Saçma laflar bunlar, Joseph” diyecekti.

Joseph daha önceleri de Dr. Winter’in laflarını alt kata taşımış, her defasında aynı sonuca varmıştı: Annie bu lafları saçma bulmuştu. Dr. Winter parmaklarına bakmaktan cayıp koltukları yerleştirmekte olan Joseph’i gözlemeye koyuldu. “Belediye Başkanı ne yapıyor?” “Albayı kabule hazırlanıyor, efendim.” “Yardım etmiyor musun? Sensiz doğru dürüst giyinemez ki…” “Hanımefendi yardım ediyorlar. Hanımefendi, Başkanın kusursuz hazırlanmasını arzu ediyorlar. Kendileri,” Joseph biraz kızarmıştı “Hanımefendi, Başkanın kulağındaki kılları kesiyorlar. Gıdıklandığı için benim kesmeme izin vermiyor.” Dr. Winter: “Elbette gıdıklanır,” dedi. “Hanımefendi ısrar ediyorlar.” Dr. Winter birdenbire gülmeye başladı. Ayağa kalktı, ellerini ateşe uzattı.

Joseph hemen arkasına geçip iskemleyi alışılmış yerine yerleştirmişti. Doktor: “Ne ömür adamlarız,” dedi. “Vatan elimizden gidiyor, kasabamız düşman eline geçti. Belediye Başkanı düşman komutanını kabul etmek üzere, Hanımefendi ise ter ter tepinen Belediye Başkanını ensesinden yakalamış kulağındaki kılları kesiyor.” “Pek uzamıştı ama. Kaşları da öyle. Kulağındaki kıllardan çok kaşlarını kestirmek Başkanı huylandırıyor. Acıyormuş. Galiba Hanımefendiye de kestirtmeyecek.” “Bir dener.” “Hanımefendi, Başkanın kusursuz olmasını arzu ediyorlar.” Giriş kapısının camının arkasında miğferli bir baş göründü. Kapı hafifçe vuruldu. Sanki odanın ılık ışığı birden kaybolmuş, yerini kasvetli bir kurşunilik kaplamıştı. Doktor Winter saate bakarak: “Erken davrandılar,” dedi.

“Aç da girsinler, Joseph.” Joseph gidip kapıyı açtı. Odaya uzun ceketli bir asker girdi. Başında miğfer, koltuğunda makineli tüfek vardı. Çabucak çevreyi gözden geçirip bir yana çekildi. Arkasında, kapının tam ağzında bir subay duruyordu. Üniforması çok basitti ve rütbesi sadece omuzlarındaki işaretlerden anlaşılıyordu. Subay içeri girdi. Abartmalı bir İngiliz soylusunun portresini andırıyordu. Bütün İngiliz subayları gibi sanki üniformasını yadırgıyordu. Eşikte durmuş Dr. Winter’i gözlüyordu. “Belediye Başkanı Orden siz misiniz?” diye sordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir