John Steinbeck – Bir Savaş Vardı

Bir zamanlar bir savaş vardı; ama yapılalı o kadar çok zaman oldu, başka savaşlarla, başka çeşit savaşlarla o kadar gölgelendi ki, artık unutuldu. Sözünü ettiğim savaş, Crécy ile Agincourt’un zırh ve yaylarını takiben başladı, Hiroşima ile Nagasaki’ye minnacık birer atom bombası atılmasının hemen öncesinde sona erdi. O savaşa katılmıştım; daha doğrusu, o savaşı şöyle bir “ziyaret’’ etmiştim. Gazete muhabiriydim. Savaş sırasında yazdığım yazıları yeniden okudum da, ne kadar çok şey unutmuş olduğuma şaştım kaldım. Kazaları unutmak belki de gereklidir; savaşlar da birer kazadan başka nedir ki? Kazalardan ders alırsak, anılarımızı canlı tutabiliriz; ama kimsenin ders aldığı yok. Eski Yunan’da her yirmi yılda bir savaş olurmuş. Gençler savaşın ne olduğunu öğrensinler diye. Bize gelince, kimse o korkunç saçmalığı yeniden yaşamasın diye hepsini unutmalıyız. Bu savaş, belki de unutulmayacaktır. Kendi çeşidinin son örneğiydi çünkü. Bütün dünyayı saran bir savaştı, ama bu uzunlukta bir savaşı, kimse göremeyecektir. Gelecek savaş, eğer çıkmasına meydan verecek kadar aptalsak, hem çok kısa sürecektir hem de sonradan onu hatırlayacak kimse bulunmayacaktır. Bu kitaptaki yazıları aceleyle yazıp telefonla New York Herald Tribune ’e ve başka gazetelere bildirdikten sonra hiç okumamıştım. O günlerde, savaş muhabirlerinin yazdıkları kitaplar çok satıyordu.


Ama ben bunları kitap halinde toplamak istemedim, “Yirmi yıl geçsin aradan, o zaman bakarım; hâlâ canlılıklarını koruyorlarsa o zaman yayımlarım,” diye düşündüm. Yazdığım olayların hepsi gerçektir. Gerçek olan, benim yazmadığım olaylar da var. Çeşitli sebeplerden yazamadım onları. “Savaş aleyhtarı” sanılabilirdim; zaten yazdığım her satırı gözden geçiren bir sansür vardı. Sansürün dışında, askeri kuvvetler, gazeteler de birer baskı grubuydu. Baskı gruplarının en güçlüsü kimlerden meydana gelmişti, biliyor musunuz? Savaşsever sivillerden, Stork Club’ın, Time ve The New Yorker dergilerinin savaşmayan komandolarından… Bazı olayların, yer adlarının gizli kalması da gerekiyordu. O günlerde gizlilik, kelimenin tam anlamıyla saltanat sürüyordu. Son yirmi yıl içinde ülkemizi saran “gizlilik” dalgası, İkinci Dünya Savaşı’ndan miras kalmıştır belki. Yazılarımı kitap haline getirmeye karar verdikten sonra, artık açıklanmasına bir engel olmayan yer adlarını açık açık yazayım istedim. “Kuzey Afrika’da Bir Yer” ya da, “İngiltere’de Bir Yer” diyeceğime o yazıyı yazdığım şehrin adını belirteyim istedim. Bazılarını hatırladım; ama çoğunu unutmuştum. Hepsini birden hatırlamam olanaksızdı. Ben de hatırlayabildiğim şehirlerin adlarını yazdım, hatırlayamadıklarımı oldukları gibi bıraktım. Sansür o sıralarda çok sıkı çalışıyordu; özellikle Deniz Kuvvetleri’nin sansürü.

Yazının neresinde bir yer adı görse tuttuğu gibi çıkarıyordu. Benim de kafam kızdı bir gün. Yunanlılarla Persler arasında yapılmış Salamis Savaşı’nı (savaşın yapıldığı yıl: MÖ 480) olduğu gibi Herodot’tan aktarıp yazdım. O yazıdaki yer adlarını bile çıkardılar. Yine de sansüre büyük saygı gösteriyorduk. Savaşan bir ulusun muhabirleriydik çünkü. Hatta kendi kendimizi bile sansür ediyorduk. General Patton, hastanede ateşler içinde yatan bir askeri dövdü. Gela’da donanmamız kendi gemilerimizden bazılarını batırdı, biz bu haberleri gazetemize göndermedik. General Eisenhower göndermememizi rica etmişti. Zaten etmeseydi de göndermeyecektik. Ama Savaş Dairesi’nin bir muhabiri vardı, o hepsini, her şeyi yazdı. Sonradan onun yazıları yayımlandı. Bu arada, bazı arkadaşlarımız son derece duygulu, duygulu olduğu kadar da garip yazılar yazdılar. Örnek mi? İşte size bir örnek: Yaşlı generaller, havaalanına gelip bombardımana çıkan havacıları geçirirlermiş.

Sonra da, büyük bir heyecan içinde onları beklemeye başlarlarmış. Öyle heyecan çekerlermiş, öyle heyecan çekerlermiş ki, havacıların heyecanları, onların heyecanlarının yanında solda sıfır kalırmış. Bu çeşit generallerle yerini değişmeye razı olmayacak tek havacıya rastlamadım ben. Yazılarımızda bazı kurallara uymak zorundaydık. Bu kurallardan üçü hâlâ aklımda: Bir kere, Amerikan askerlerinin hepsi cesurdur; bu birinci kuraldı. İçlerinde hiç korkak yoktur. Verilen emirleri kelimesi kelimesine yerine getirirler. Zaten söz aramızda, getirmeyenler ya kurşuna dizilirler ya da cezaevini boylarlardı. İkinci kural şuydu: Komutanlarımızın hiçbiri kötü kalpli, zalim, ihtiraslı değildir. Sonuncu kural ise, beş milyon normal, sıhhatli gencimizin kadınlarla hiç ilgilerinin olmamasıydı. Bizim savaş muhabirleri de yaman mı yamandı hani… Ordudakiler hiç sevmezlerdi bizi. Komutanlar ayak altında dolaşıp durmamıza öyle kızarlardı ki. Hele o ayak altında dolaşanlar artık “savaş uzmanı” olmuş kişilerse… İçimizden bazıları, ordudakilerden çok daha fazla savaş görmüşlerdi. Sözgelimi Capa. Capa, İspanya Savaşı’na, Habeşistan Savaşı’na, Pasifik Savaşı’na katılmıştı.

Komutanlar ondan pek hoşlanmazlardı. Hoşlanmazlardı ama, gücünü bildikleri için pek ses de çıkarmazlardı. Halkla ordu arasında tek bağdık biz. Üstelik çoğumuz sendikalıydık. Bazılarımız ise “prima donna”ydı. Ernie Pyle geliyor aklıma. Ernie Pyle, generallerin çoğundan daha önemliydi halkın gözünde. Ben, bu usta muhabirlerin yanında bir çaylaktım. Kendilerine rakip olacağımı sandılar önce. Sonra baktılar ki, ben onlar gibi haber göndermiyorum, sadece savaş notları yazıyorum, beni sevmeye, bana yardım etmeye başladılar. Bana en güzel öğütlerden birini veren Capa oldu: “Çarpışma sırasında olduğun yerde kal. Sana kurşun değmediyse düşman tarafından görülmemişsin demektir.” Zavallı Capa. Yıllar sonra, tam muhabirliği bırakmak istediği bir zamanda, Vietnam’da bir mayının üstüne bastı yanlışlıkla. Ernie Pyle de katıldığı son çarpışmada alnından vuruldu.

Yıllarca korku tarafından sömürüldük biz, sadece ve sadece korku tarafından. Zulüm, yalan, kuşku… Bunlar hep korkunun çocuklarıdır. Havayı nasıl bomba denemeleriyle zehirliyorsak, ruhlarımızı da korkuyla zehirliyoruz. Bu kitaptaki yazılar, anında ve gerilim içinde yazılmıştır. Yıllar sonra, onları okurken sadece karışık cümleleri düzelttim, tekrarları attım, yer adlarını ekledim. Asıl havaları olduğu gibi kaldı. İyiliksever peri ile cadaloz büyücü kadar gerçektir bu yazılar, herhangi bir efsane kadar doğrudur. Bir savaş vardı. Eskiden. Çok, çok eskiden…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir