John Steinbeck – Bitmeyen Kavga

Akşam olmuştu sonunda. Dışarda sokak ışıkları yanmıştı; köşedeki lokantanın neonu yanıp sönüyor, keskin kızıl ışıklarını patlatıyordu havaya. Neondan Jim Nolan’ın odasına yumuşak kırmızı bir ışık dökülmekteydi. Jim iki saattir küçük ve sert sallanır koltukta, ayaklarını beyaz yatak örtüsüne dayamış oturuyordu. Hava epeyce kararmıştı, ayaklarını yere indirip uyuşmuş bacaklarını ovuşturdu. Bir an bacaklarındaki karıncalanmanın dalgalanarak geçmesini bekledi, sonra kalkıp abajursuz lambaya uzandı. Mobilyalı oda aydınlandı birden; tebeşir aklığındaki örtüsüyle büyük beyaz yatak, meşe konsol, havları dökülmekten kahverengiye dönüşmüş temiz kırmızı halı. Jim köşedeki lavaboda ellerini yıkadı, parmaklarıyla saçlarını ıslattı. Lavabonun üstündeki aynada bir an kendi küçük gri gözlerine baktı. İç cebinden bir ucu makaslı tarağını çıkarttı, dümdüz kumral saçlarını tarayıp yandan ayırdı. Üzerinde koyu renk takım elbiseyle, pazen açık yakalı gri bir gömlek vardı. Havluyla kurulandıktan sonra incelmiş sabun kalıbını, yatağın üstünde açık duran bir kâğıt çantaya koydu. Kâğıt çantada bir tıraş bıçağı, dört çift yeni çorapla, gri pazenden başka bir gömlek daha vardı. Jim odayı şöyle bir gözden geçirdikten sonra, kâğıt çantanın ağzını kıvırarak kapattı. Bir daha aynaya baktı, ışığı söndürüp dışarı çıktı.


Daracık, halisiz merdivenden inip giriş kapısının yanındaki kapıyı vurdu. Kapı yavaşça aralandı. Ağzının kenarında kara bir ben olan tombulca sarışın kadın, erkeği görünce kapıyı ardına kadar açtı. Kadın gülümsedi: “Bay Nolan!” “Gidiyorum,” dedi, Jim. “Ama döneceksiniz, değil mi? Odanızı saklamamı istersiniz herhalde.” “Hayır. Bir daha dönmemek üzere gitmem gerekiyor. Bir mektup geldi de.” Kadın kuşkuyla, “Buraya mektup filan gelmedi,” dedi. “Buraya değil, çalıştığım yere geldi. Bir daha dönmeyeceğim. Bir haftalığımı peşin vermiştim.” Kadının gülümsemesi birden yok olmuştu. Yüzünden pek belli olmuyordu, ama giderek öfkeleniyor gibiydi: “Bana bir hafta önceden haber vermeliydiniz,” dedi sert bir sesle. “Kural budur.

Bana önceden haber vermediğiniz için o avansı tutacağım.” “Biliyorum,” dedi Jim. “Önemi yok. Ne kadar kalacağımı bilemiyordum.” Pansiyoncu kadının gülümsemesi yine yerleşmişti yüzüne: “Burada pek uzun kalmadıysanız da iyi, kendi halinde bir kiracıydınız siz. Bir daha yolunuz buralara düşerse, doğruca buraya gelin. Ne yapıp yapıp size bir oda bulurum. Limana geldiklerinde doğruca bana gelen denizciler vardır. Onları hiç odasız bırakmam. Buradan başka hiçbir yere gitmezler.” “Bunu hatırlayacağım, Bayan Meer. Anahtarı kapının üstünde bıraktım.” “Işığı söndürdünüz mü?” “Evet.” “iyi öyleyse, yarın sabaha kadar çıkmam yukarı, içeri gelip bir şey içmez miydiniz?” “Teşekkür ederim, istemem. Gitmem gerek.

” Kadının gözleri bir şey biliyormuş gibi kısıldı: “Başınız dertte mi yoksa? Size yardım edebilirim belki.” “Hayır,” dedi Jim. “Beni kovalayan filan yok. Yeni bir işe giriyorum, hepsi bu. İyi geceler, Bayan Meer.” Kadın pudralanmış elini uzattı. Jim kâğıt çantasını öteki eline aktarıp bir an kadının elini tuttu, yumuşacık etlerinin parmakları altında ezildiğini hissetti. “Unutmayın,” dedi kadın, “her zaman bir oda bulabilirim size. Denizciler, gezici satıcılar, daha bir sürü insan her yıl gelip bulurlar beni.” “Unutmam. İyi geceler.” Kadın, ön kapıdan çıkıp beton merdivenleri ininceye kadar adamın ardından baktı. Jim Nolan köşeye kadar yürüyüp bir kuyumcunun vitrinindeki saate baktı: yedi buçuk. Adımlarını sıklaştırıp doğuya doğru yürümeğe başladı; önce büyük mağazaların ve pahalı şeyler satan dükkânların, sonra da şimdi akşam sessizliği çökmüş olan toptancıların bulunduğu mahallelerden geçti. Dar sokaklar boşalmış, depo girişleri kalaslarla, tel örgülerle kapatılmıştı.

Sonunda üç katlı tuğla yapıların bulunduğu eski bir sokağa girdi. Buradaki yapıların alt katlarında rehinciler, elden düşme araç gereç satanlar, üst iki katlarında ise, başarısız dişçiler ve avukatlar yaşardı. Jim aradığı numarayı bulana kadar, her kapıya tek tek baktı. Karanlık bir hole girdi; daracık, yerleri muşamba kaplı, kenarları pirinç levhalı bir merdivenden çıktı. Sahanlıkta küçük bir ışık yanmasına karşın, koridordaki kapılardan birinin buzlu camından da dışarı ışık süzülüyordu. Jim kapıya doğru yürüdü, camın üstündeki “On altı” yazısına baktı ve kapıyı tıklattı. Sert bir ses, “Gir!”diye bağırdı. Jim kapıyı açtı, küçük ve çıplak sayılabilecek bir büroya girdi. İçerde bir masa, çelik bir dosya dolabı, ordu malı portatif bir yatak, iki de iskemle vardı. Masanın üstündeki elektrik ocağına yerleştirilmiş, fokurdayan kahve maşrapasından, buharlar yükseliyordu. Masanın ardındaki adam ciddi bakışlarla Jim’i süzdü. Önündeki karta baktı. “Jim Nolan mısınız?” “Evet.” Jim, koyu renk bir elbise giymiş olan ufak tefek adama dikkatle baktı. Tam ortadan ayrılmış gür saçları, sağ kulağının üstündeki iki santimlik bir yara izini gizlemek için yana doğru taranmıştı.

Gözleri keskin bakışlı ve karaydı; sinirli sinirli bir Jim’e, bir karta, sonra duvardaki takvime, çalar saate ve yine Jim’e bakıp duruyordu. Burnu iri, kemer kısmı geniş, ucu inceydi. Bir zamanlar beki de dolgun ve yumuşak olan bu ağız, sürekli kasıldığından olacak incelmiş, dudak uçlarında derin çizgiler oluşmuştu. Adam kırk yaşından büyük olmamasına karşın, yüzünde epey derin direnç çizgileri belirmişti. Elleri de gözleri gibi kıpır kıpırdı. Vücuduna göre oldukça iri sayılabilecek elleriyle, geniş uçlu, düz ve kalın tırnaklı uzun parmakları vardı. Eller, kör bir insanın elleri gibi masanın üstünde dolaşıyor, kâğıtların kenarlarını düzeltiyor, masanın köşelerini tutuyor, yeleğinin düğmelerini tek tek yokluyordu. Sağ eliyle, elektrik ısıtıcısına uzanıp fişini çekti. Jim kapıyı sessizce kapatıp masaya yaklaştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir