Kemal Tahir – Devlet Ana

Sen-Jan şövalyelerinden Notüs Gladyüs, sayvana çıkan merdivenin kapısında, hancı güzeli yerine, karayağız oğlanı görünce somurttu. “Oynaşını yolladı kancık! Gömleğin temizliğinden belli bununla yattığı…” Karının gelmemesine değil, oğlanın çok yakışıklı, çok da çalımlı olmasına kızmıştı. “Silahşörden ürker uşak takımı… Hanımının koynuna girdiğinden mi palikaryalık taslıyor, bu köpek?.” Delikanlı, pazı güçlerine güvenen yeniyetmelerin kasıntısıyla yaklaşıp elini göğsüne koyarak eğildi. Belindeki kırmızı kuşak, omuzlarını daha geniş gösteriyor, sıkı pantolonu, kısa konçlu yumuşak çizmeleri, biçimli kesimine, cambaz çevikliği veriyordu. Şövalye Notüs Gladyüs kaşlarını çattı: — Nedir? — Ablam “Bakıver,” dedi. Buyrun! — Özbeöz ablan mı? -Dirseği üstünde gövdesini ileri sürerek parmağını salladı-: Yalan çıkarsa keserim kulaklarını… Ses kışkırtıcıydı, cıvıktı. Delikanlının iyimser gülümsemesi hemen silindi: — Ablamdır. Emriniz? — Sağır mı ablan? -Biraz bekledi-: Adını sorduk, duymazdan geldi. “Görünür mü burdan Ertuğrul’un sınırı?” dedim, karşılık vermeden savuştu. — Kusuruna bakmayın! Konuşmayı pek sevmez. Adı, Liya… — Ne demektir o? — Zambak… — Zambak… -Dişlerini göstererek sırtardı-, İyi koyulmamış… İyi koymalı… Neden, “Kaymak” dememiş baban? Delikanlı, şaşkın, ürkek baktı. Şövalye kısa boylu, şişmandı ama tıkızdı. Bir eliyle kılıcını, ötekiyle hançerini tutuyordu.


Davranışlarında ölümle içli dışlı yaşayanların kuşkulu tetikliği vardı. Omuzlarına kadar inen gür saçları, yırtıcı hayvanların kabarmış yelesine benziyordu. — Kestirmemiş mi kaymak olacağını? Anası da böyleyse neden kestirememiş? Kaymak, daha yaraşıklı… Tadına doyulmaz. -Göz kırptı-: Denemişe benzersin, bilirim! -Nedense içini çekti-: Demek ablan? Anlarız ilerde… Ya senin adın, Sarmaşık mı? — Hayır, Mavro… — Söyle bakalım Mavro, görünür mü Ertuğrul’un sınırı, buradan? Mavro biraz düşündü. Issızhan’a gelen yolcuların hemen hepsi, sayvana çıkar çıkmaz, nedense korkuluğa gider, uçuruma bakıp sinir düzenlerinin özelliğine göre, taş kesilmekten düşüp bayılmaya kadar, korku çeşitleri gösterirdi. Bu da, karnından vurulmuş gibi “Hıhhh” diyerek irkilmiş, iki büklüm gerilemişti. — Niye daldın? Görünür mü sınır? — Evet, görünür, şuraya çıkılırsa… Mavro, böyle diyerek sayvanın korkuluk taşlarına çıkıverince, Şövalye Notüs Gladyüs, elleri havada, gözleri yuvalarından fırlak, bir an dondu. Birkaç kez ağzını açıp kapadı, neden sonra gırtlağını paralayarak bağırdı: — İn, in Allah belanı versin! Delirdin mi namussuz, in aşağı… Mavro hiç oralı olmadı. Omuzlarına dokunacak kadar yakın uçan güvercinlerin arasında, ileri geri sallanıyor, “Al sana kaymak… Bakalım, kestirmiş mi babam, kestirmemiş mi?” diyerek ölüme meydan okurcasına gülümsüyordu. Çocukluğundan beri yükseklik korkusu çeken, uçurumlu düşler görünce, boğazı kesilmiş hayvan hırıltılarıyla uyanıp günlerce kendini toparlayamayan Şövalye Notüs Gladyüs, Mavro’nun bu işe çok alışık olduğunu, dengesini hep sayvandan yana tutmak için sallandığını fark edemeyecek kadar dehşete kapılmıştı. Debelenerek kalkmaya çalıştı: — İn, in dedim köpek, iiiin! Mavro, cıvık herifi yeteri kadar bunalttıktan sonra, yay gibi, sayvana atladı: — Seçemedim. Tütüyor bataklık bugün… — Ya kopsaydı taşın biri… -Şövalye, seğiren yanağını eliyle bastırarak uğunuyordu-: Ya taşın biri kopsaydı? — Kopmaz. Ermeni ustalar yontmuş bunları… “Taşın damarını bilir, Ermeni ustalar” derdi, yeri cennet olası babam… — Hey akılsız Rum!. Nah kopmuş ya! — Kopanı da olur. Allah yapısı değil, kul yapısı… Bu aptal umursamazlık, şövalyenin duyduğu dehşeti, önce şaşkınlığa, sonra şüpheye çevirdi. “Sayvan, uçuruma balkon gibi uzanmış değil miydi yoksa! Arada basılacak yer mi vardı?” Bunu aklından geçirir geçirmez, birden kudurdu, derisine ateş değmiş gibi hopladı.

Arada basacak yer varsa, oğlanı delik deşik etmek kararıyla korkuluğa koştu, bakmasıyla katılıp kalması bir oldu. Sayvan balkon gibiydi. Yükseklikleri yüzlerce metreyi bulan dümdüz kayalar, aşağıda, geniş ağızlı bir kuyu meydana getiriyor, suyun yüzüne vuran bulutlar, uçurumun dibini, cehennemin göklerine açılmış bir deprem yarığına benzetiyordu. Şövalye, eli ağzında, boğuk boğuk sordu: — Ne kadardır burdan aşağısı? — Üç yüz on altı kulaç… — Kim ölçtü? — Babam… Tebriz kervanının bezirgânıyla, bir gün iddialaşmış, urganları salmış ulayaraktan, kulaçlaya kulaçlaya çekmiş… Şövalye dinlemiyordu. Bakışlarını uçurumun dehşetinden zorla kurtarıp uzaklara dikmişti. Ova, göz alabildiğine sazlıktı. Nisan yeliyle sanki, sazlar değil, varoluşun bir döneminde, henüz katılaşmamış toprak dalgalanıyordu. Dünyanın bu parçasında, canlıların yaşamaya başlamasından önceki boşluk, anlamsızlık, kesin umutsuzluk vardı. Şövalye Notüs Gladyüs, uçurumun tersine, ovada gördüklerinden memnun olmalı ki, kaşlarını kasıntıyla çatıp dişlerini göstererek sırtarıyordu. Gemlik limanında gemiden inip Anadolu toprağına ayak basalı on beş gün olmuş, Ertuğrul’un sınırındaki mağaralardan birinde yasayan Cenevizli Keşiş Benito’yu bulmak için, buraya, İznik, Bursa, İnegöl, Kütahya, Karacahisar’dan dolaşarak gelmişti. Gerek bu yolculukta gördükleri, gerekse Keşiş Benito’nun anlattıkları burasının bir “Alıklar ülkesi” olduğunda hiç şüphe bırakmıyordu. Evet burada, Türkmenlerle Bizanslılar yüzyıllardır aptallık yarışındaydılar. Bir eli kılıcının tutamağında, bir eli bıyığında, ayaklarının ucuna basarak kısa tıkız gövdesini yükseltti: “Bu alıklar ülkesini, altı aya varmadan elime geçirmezsem yuf olsun, taşıdığım kutsal SenJan kılıcına! Yuf olsun, damarlarında dolaşan kral kanına!” diye homurdandı. Aşevinden gelen kebap kokusunu derin derin koklayarak yırtıcı bir iştahla yalandı. Bitinya ucuna, Rumların kaltabanlığından yararlanıp yerleşmiş Ertuğrul’un, güvenilir hiçbir dayanağı olmadığını anlamıştı, Doksan yaşındaki yatalak Türkmen’i, bazı tekfurların yardımıyla ortadan kaldırmak nasıl işten değilse, ondan boşalacak yere, kendisinin yerleşmesi de o kadar kolay olacaktı.

İlk basamak Gladyüs Unikus 1 Dükalığı, ikincisi Bitinya Prensliği’ydi. Tekfurları hangi yollardan vassallığa razı edeceğini çoktan planlamıştı. Bunu sağlamak için, birkaç yüz Katalan, bir o kadar da Türkopol savaşçısı toplamak yetişecekti. “Prenslikten sonrası da, göklerdeki Rab İsa Efendimizin desteğiyle, Bizans İmparatorluğu’nun sahip bekleyen bahtsız tacı!” — Sınır neyle işaretlenir bu sazlıkta? Neyi görecektin bataklık tütmeseydi? — İnönü Hisarı’nı. — Ertuğrul’un mudur? — Yok! Hisar kullanmaz Ertuğrul Bey… “Bizim hisarımız at sırtıyla yalın kılıç” diye gülüşür bu Türkmenler… Konya Sultanı’nın voyvoda tahtıdır, İnönü Hisarı, Eskişehir Sancakbeyi’ne bağlıdır. Şövalye, bataklığa abanan kurşun renkli kalın bulutların neler gizlediğini seçmeye çalışarak, meydan savaşı yöneten bunalmış bir başkomutan gibi, hırslı, dalgın homurdandı: — Hisar kullanmazmış… Aptal göçebe! — Yok, göçebe değildir, Ertuğrul Bey… Eskiden göçebeyse de, boşlamış olmalı çoktan… — Yaylaya çıkmaz mı, her yıl bu herif? — Yaylaya çıkması… Yazın barınılmaz ovada sinekten… Biz bildik bileli oturaktır buralar… “Konya sultanına memurluk etmiş, Ertuğrul Bey’in babası” derdi rahmetli babam! Kendisinin de memurluğu varmış az biraz… Memur dedimse, kılıçlı memur, subaşı filan… Bakmış ülkenin işleri bozuk, vergiler gelmemekte eskisi gibi, tıkır tıkır… İstemiş buranın uçbeyliğini… Babam rahmetli… “Mavro!” sesiyle, Şövalye Notüs Gladyüs, elini kılıcına atarak hızla döndü, gözleri ürkek, ağzı yırtıcı, atılacak gibi iki büklüm, sayvan kapısına bir zaman baktı. Kendini toparlayınca dişlerini gıcırdatarak sövdü, yarısına kadar çektiği kılıcı hışımla kınına soktu. Masaya gidip çöker gibi oturarak şarap tasını aldı, her yudumda, korkuluğun taşları düşmüş parçasıyla kapının karanlığını gözetleyerek içti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir