Orhan Kemal – Müfettişler Müfettişi 1 – Üçkağıtçı

Küçücük şaraphane gecenin dokuz buçuk sarhoşluğundan ayılıp, içeri girene baktı; bakmasıyla da elinde olmıyarak toparlandı: Vay anasını!… Kimdi vali, milletvekili, parti başkanı, belki de bakan yapılı bu adam? Kahverengi rölöve şapkası, siyah çizgili kahverengi kostümü, kolalı yakasına irice bağlı, siyah siyah damarlı kırmızı kravatı, gömlekle bile ılık ılık terlenen sıcak ağustos gecesinde ceketi, yeleği, içinde kimbilir ne türlü evraklar bulunan şişkin çantası… Yalnız garson değil, dar gelmekten patlamış gri pantolonu, dirseklere kadar sıvalı kıllı, kalın kollarıyla meyhaneci de koştu: — Buyurun beyefendi! “Beyefendi” değil bu şaraphane, değil bu şaraphanedekiler, bu şehrin valisi, emniyet müdürü, candarma kumandanını, boy boy, çegit çeşit avukatları, hâkimleri, lise, öğretmen okulu, sanat enstitüleri öğretmen ve müdürlerini, iş adamlarını falan hiçe sayabileceğini belirten bir çalımla, bakmadı bile. Kocaman ayaklı, kabakıyım biriydi. Ablak yüzü, kalın kapkara kaşları, ağız kıyılarında derlenip toparlanmış kapkara bıyığı, kemerli iri burnu… Çift kösele sarı iskarpinleriyle şaraphane betonunda zııt zınt zmt. diye, hiç ama hiç kimseye bakmadan, oradakileri adamdan saymadan, tâ dibe, dipteki peykenin yanına gitti. Durdu. Rölöve şapkasını çıkardı. Tepe saçları dökülmüş, iri bir baş, şaraphanenin tozlu ufacık ampulü altında yağlı yağlı parlamağa başladı. Sonra sağa baktı, sola baktı… çevresinde şapkasını asacak port manto’dan geçtim, alelade bir askı aradı, bulamadı. Tam karşısındaki badanasız duvara kakılmış paslı katır mıhına asacak değildi ya! Şaraphane sahibi emretti: — Beyefendinin şapkasını alsana! “Beyefendi” değil şapkasını vermek, bakmadı bile. Şapkasını, çanta tutan sağ elins geçirdi, boş sol elinin üzeri kıllı, kaim şahadet parmağını peykenin yağlı bir donukluk içindeki muşambasına sürdü, garsonla patronun yüzlerine bakmadan, kir bulaşmış parmağını omuzu üzerinden göstererek, kalın kalın sordu: — Bu ne pislik? Sonra çevik bir davranışla döndü, kirli duvarları işaret etti: — Bu ne rezalet? Şu duvarların suratsızlığına bak! Müşteriye karşı bu ne lâubalilik? Buraya sağlık ekipleri gelmiyor mu? Kontrol etmiyorlar mı? Ediyorlarsa neden kapatmıyorlar? Akları hafifçe kanlı iri gözlerinin soran, sorusuna karşılık bekliyen hırslı bakışlarını garsondan çok şaraphane sahibine dehşetle çevirmişti. Şaraphane sahibi, müşterilerin artık şaraplarını tezgâh ardında hiç kimseye çaktırmadan şipşak içiverdiği için, hayli sarhoştu. Yutkundu. Yanlışlıkla gülümsedi, sonra durumun önemini idrâk ederek bir şeyler söylemeyi, belki de birtakım mazeretler ileri sürmeyi deniyecek olduysa da, “Beyefendi” : — Şuna bak! diye, tam karşısındaki paslı katır mıhını basıyla işaret etti: — Ne bu? Sözüm ona askı mı? Çok iri bir patatesi hatırlatan şarapçıyı süzdü, süzdü, süzdü. Şarapçı gözlerini korkuyla yere indirmişti. Kim olduğunu henüz bilmiyordu ama, kim olursa olsun, “Herif”, yerden göğe kadar haklıydı.


Haklıydı, çünkü gerçekten de pisti şaraphanesi; duvarların badanası döküktü, ayıp resimler çizilmişti kurşun, ya da boyalı kalemlerle, ayıp ayıp yazılar yazılmıştı; şapka, palto, pardesü asacak port-manto’dan geçtim, alelade bir askı bile yoktu. Yoktu ama, yıllar yılı kış, yaz, bahar, şaraphanenin sıvaları dökük bu kirli duvarları, ayıp resimlerle yazılar dolu pis duvarları, yağlı peykeler arasında kendilerini yerli filmlerin ünlü jönleri, ya da İstanbul’un büyük kulüplerinin yüzbinlik forvetleri sanıp, şaraphanenin sigara dumanı yüklü havasında salladıkları palavralarla, tepe saçları dökülmüş, çoluk çocuğa karışmış orta yaşlı esnaf müşterileri sinirlendirdiklerinden habersiz müşterileri ona, duvarların badanasızlığı, peykelerin kirliliği, hele hele şaraphanenin askısızlığını hatırlatmamışlardı ki! — Bir bardak şarap ver bakim bana! Kıçı patlak pantolonuyla koca göbekli şarapçı, tezgâhına beceriksizce koştu. Titreyen elleriyle şaşkın, lâmpasa, bir bardak kırmızı şarapla geldi: — Buyurun efendim… “Beyefendi” unutmuştu âdeta. Şarapçıya sırtını çevirdi. Duvarda, tâ yukarda, iktidar partisi büyüklerinin belki de çirişle yanyana yapıştırılmış kirli taş basma resimlerine bakıyordu. Ardından elleri, elinde çantası şapkası… Bakmadan sordu: — Hangi partidensin? Kimliği üzerinde kesin hiçbir yargıya varamadığı, ama sağlama dişli bir “Kodaman” olduğuna zerrece şüphesi kalmıyan şarapçının elindeki şarap dolu bardak titriyordu, iktidar partisinin adını kekeledi. “Kodaman” âni, sert, öfkeli, hattâ heyecanlı bir dönüşle burun buruna geliverdi şarapçıyla, başladı: — Pekiyy. bu muhterem, bu çok muhterem zevatın manevî huzurunda utanmıyor musun kii, bir muhalif partili mecburiyyeti içinde, partinin aziz liderlerinin resimlerini şu müstekreh duvarlara lâyık görüyorsun? Safi kulak kesilmiş şaraphanedekîlere döndü: — Sorarım size muhterem yurttaşlar: Haksız mıyım? Bu çok sayın zevata, şu pis, şu müstekreh meyhanenin kasvetli duvarlarında azap çektirmeğe bu partili vatandaşın hakkı var mı? Şaraphanedekiler içinde muhalif partililer de vardı ama, adamın öylesine etkisi altında kalmışlardı ki, hemen hemen bütün müşteriler, bir ağızdan: — Yoook! dediler. Olamaaaz — Elbette yok, elbette olamaz. Çünkü onlarr, bu aziz yurdun terakki ve tealisi için gece demiyor, gündüz demiyor, okuyor, yazıyor, kafa patîatıyorlar. Bu yurttaş, evet bu yurttaşsaa şaşılacak bir vurdumduymazlığın kahrolası lâkaydisi içinde.,. Üst yanını yitirdiği için: — Efendim? diye sordu. Başta şarapçıyla garsonu, kalıpsız, kirli fötr ya da kasketlerini ellerine alıp gözlerini önlerine süt dökmüşlükle indirmiş şaraphanedekilerden tek lâf çıkmıyacaktı ki, şarapçının kapıya yakın tezgâhı yanında ayakta demlenen, zom olmak üzere çatlak bir ses: — Biz adam olamayız! dedi. “Kodaman”, sesin geldiği yana sertçe baktı.

Öyle bir bakıştı ki, zom olmak üzere olan sesin sahibi yanlış anlaşılmaktan korkarak, ekledi: — Allah sizin gibi büyüklerimizi başımızdan eksik etmesin. Şerefsizim altın gibi, elmas gibi, pırlanta gibi lâflar. Lâkin… lâftan anlıyan nerde? “Kodaman”, şarapçının elinde titreyip duran bardağa uzandı: — Ver bakalım! Aldı. Şaraphane tavanındaki tozlu, ufacık ampule doğru kaldırıp evirdi, çevirdi., evirip çevirirken de yüzü buruşuyordu: Pisti, pis! Duvarlar, peykeler, tavan, tozu ampul, beton döşeme, şarap bardağı… Herşey bulantı verici bir pislik içindeydi. Etli dudaklarının ucuyla, kalın dudaklarını pis bardağa değdirmemeğe çalışarak, bir yudum aldı. Yüzü allak bullak oldu. Ağzındaki küçük yudumu şaraphane betonuna püskürttükten sonra, bardağı nefretle uzattı: — Al, al, al! Dudaklarını kocaman elinin kıllı tersiyle sildi: — Şarap değil, rezalet! Pantalon cebinden beyaz mendilini çıkardı, ağzını uzun uzun sildi, sordu: — Demek, bu gayrı sıhhî pis yerde, müstekreh şaraplarla yurttaşları zehirlemek bahasına para kazanıyorsun ? Bu mu yurttaş sevgisi ? Vatanperverlik bu mu? Şaraphane büsbütün sus-pus olmuştu. O, başını önüne eğip sus-pus olmuş insanları kalın kaşları, akları az daha kızarmış bakışlarıyla ezdi, ezdi, ezdi. Sonra gene şarapçıya sertçe döndü: — Belediye Sağlık Ekibi uğramıyor mu buraya? Şarapçı garsonuna baktı, gülümsedi, ciddileşti: — Arasıra uğrarlar efendim. — Görmezler mi bu pisliği, mendeburluğu? Bu, şaraptan başka herşeye benzeyen şarabı? Şarapçı içini çekti, gözlerini çaresizlikle önüne indirdi. “Kodaman” bir şeyler sezmişti: — Anlıyorum, dedi, anlıyorum. Pekâlâ!. Ceketinin mendil cebinden, büyük bankalardan birinin reklâm olarak yılbaşı dolayısiyîe verdiği kırmızı kaplı küçük defterle, İstanbul’da, Mısırçarşısı kapısındaki bir işportacıda görüp beş liraya satın aldığı, ama görünüşü çok cafcaflı tükenmeziyle dükkân içinde şaraphane tabelâsını arandı. Bulamadı.

Büyük ayaklarının rahat adımlarıyla dükkândan zııt zııt zıt çıkarken, ellerinde fötr şapka, ya da kasketleriyle müşteriler, “Kodaman”ı eğilerek selâmladılar. O, arkasında elleri, ellerinde çanta, şapka, kırmızı kaplı defter, tükenmez… dışarı çıktı. İçerde kalanlar bu adamın kim olabileceğini kaşla gözle birbirlerine soruyorlardı ki o, dükkân kapısında kırmızıyla boyanmış, rastgele bir kontrplâk parçasına çirkin beyaz bir yazıyla yazılmış şaraphanenin adıyla sahibinin adı, soyadını deftere geçirir gibi yaptıktan sonra ,gene znt zııt zııt… uzaklaşmağa başladı. Köşe başlarında ufacık ampullerin aydınlatmağa çalıştığı sıcak bir gece vardı. Şaraphanedekilerinse dilleri çözülmüştü: — Herif sağlama esaslı biri, arkadaş! — Kodaman! — Sağlama!… — Sağlama ya, nerenin kodamanı? — Nerenin olursa olsun. Kodaman ya! — Belki de Belediyenin yeni sağlık müfettişi! — Yok canım… — Niye? — Kalıbını görmüyor musun? Vekil, vükelâ kalıbı! — Particiliği ya? — Herif sapına kadar partici! — Belki de partici bir müfettiştir?. — Sağlık ekibi mağlık ekibi karıştırdı. Demek sağlık ekiplerinin üstünde bir müfettiş? — Ya milletvekiliyse ? — Olur olur… — Durun hele! Bakan makansa ya? — Ağzının havına bakarsan vallaha Başvekil bile olabilir! Az önce “Kodaman”ı haklı çıkaran zom ses, az daha zomlaştı: — Piyango, dedi. Anam avradım olsun, piyango akşam akşam… Bir başkası şarapçıyı omuzıından itti: — Gidiyor lan, koş!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir