Erik Orsenna – Dokuz Gitarda Dünya Tarihi

Nerede? Dokuzlarla dolu hüzünlü aralık ayında, 1 bu küçük sözcük, sayısız gitarseverin kafasını kurcalayıp duruyordu: Sarılar, Siyahlar, Beyazlar ya da dünyanın dört bir yanından çıkagelmiş melezler; Rio, Chicago, Berlin, Yokohama gibi güzel kent merkezlerinde ya da en çileli varoşlarda oturan, kulakları gümüş küpeli gençler, kravatlı ihtiyarlar… Bu yüzyıl ve binyıl sonunda, tanrılar yorgun düşmüşlerdi ve sakinleştiriciler etkisiz kalıyordu, insanlar, kötü haberlerin istilasından kurtulmak için müziğe hiç şimdiki kadar ihtiyaç duymamışlardı. Bir tek o, sizi elinizden tutup fazla bunalmanıza izin vermeden, gecenin karanlığından çekip çıkarabilirdi. Peki ama neredeydi? Bu KONSER, bu büyülü şenlik nerede olacaktı? Her yerde yolculuk hazırlığı vardı, uçak bileti için para biriktiriliyor, kollar ya da kalçalar çeşitli aşılar için açılıyor, öğretmenlere ya da patronlara özür mektupları yazılıyordu. Ve insanlar, saatlerce parmaklarını dünya haritasının üzerinde gezdirip hep aynı kısa soruyu soruyorlardı: Nerede?   Yaşlı arkeolog diş fırçasını bırakıp başını kaldırdı. Her şeyi denemişti, fırçalar, bezler, tırnaklar… Ama, atalarımızın iskeletlerini temizlemek için, yumuşak, ince domuz kılından yapılmış, kısa saplı iyi bir Butler’ın üzerine yoktu. İleride, güneşin altında sarsıla sarsıla ilerleyen araba, her türden reklamcının ve geçkin sahte sarışınların pek sevdiği şu gülünç 4X4’lerdendi. Bu aletlerin Afrika’nın kalbinde yer alan bu kumluk ve çatlak arazilerde işe yaradıklarını itiraf etmek gerek. Sürücü keçileri ezmemek için yavaş yavaş ilerliyordu. Belki de manzaranın büyüleyici güzelliğinin, açık pencereden girip içine işlemesini istiyordu; kıpkırmızı yaylalar, telli turnalarla dolu mavi göl, birden karanlık ve tehditkâr bir görünüme bürünüveren, dünyanın derinliklerine, hatta cehenneme kadar uzanıyormuş gibi duran yerdeki şu çatlak. Araba, yelkenleri indirilmiş bir gemi gibi, kendi ivmesiyle ağır ağır ilerlemeyi sürdürüyordu. Sonunda kampın sınırında durdu. Bitmek bilmez iki-üç dakika boyunca, adam direksiyonun başında hareketsiz kaldı. Saçları tozdan ya da yaşından ötürü kül rengiydi. Ray Ban’Iarının gerisinde yüzünü buruşturduğu, belki gülümsediği için ağzı iyice gerilmişti. Sonunda kapı açıldı.


Ve yaşlı arkeolog, en yakın kentten kilometrelerce uzaktaki bu çölde, tek başına, kollarını açmış, ona doğru yürümekte olan bu ziyaretçinin her şeyden önce bir ‘yara izi’ olduğunu hemen anladı. Yüzü sayısız yağmurlarla yol yol oyulmuştu sanki. Yanaklarını kemiren kır sakalını, sanki etini biraz tutsun diye uzatmıştı. Yoksa akıntılar her şeyi alıp götürecekti. Yaşam bu müşterinin yüzüne gülmemişti. — Clapton, dedi yara izi; gözlüklerini çıkararak. Yanılmıyorum ya? Burası Omo Vadisi değil mi? — Evet burası. Yaşlı arkeolog mucizevi diş fırçasını kutusuna yerleştirdi, Lucy in the Sky (with Diamonds)’ı çalan bir CD okuyucusunun sesini kıstı, adama oturacak bir yer ve çay sundu. Bütün bu işler bitince sordu: — Hangi rüzgâr attı sizi buraya? — Müzik. Adamın çok tok ve sanki gelişmesini tamamlamamış bir sesi vardı. Belki de arabasının yolcu koltuğunda duran gitarı yanında yokken konuşmaya pek alışık değildi. Yaşlı arkeolog gülümsedi: — Nasıl yardımcı olabilirim?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir