İlya Ehrenburg – Dipten Gelen Dalga II

Albay Colling, Smiddle’i eski bir dostunu karşılar gibi karşıladı. Şaka mı bu, bin bir tehlikeyle dolu kuşatma aylarını birlikte yaşamışlardı! — Albay Roberts nasıl? diye sordu Colling. — Çok iyi. Buraya gelmezden hemen önce gördüm albayı, hatta biraz gençleşmişti bile… — Senatör Low’un ağır hasta olduğunu söylediler, inme gibi bir şeymiş galiba. Bu yüzden gecikebileceğinizden korktum. — Senatörün hastalığını Paris’te duydum ben de. Ama büyütülmüş biraz, senatör şimdi iyidir ve çalışmalarını sürdürmektedir. Washington’dan attığı bir mektubu aldım, durumdan hoşnutmuş. — Peki siz nasıl karşılıyorsunuz olup bitenleri? — Bence de fena değil. Truman şu anda kötünün iyisidir, onu işçilerin üzerine sürmek Dewey’den daha kolay. Wallace’in Kızılların hesap ettiğinden üç kat daha az oy alması çok iyi oldu, şimdi artık kesin tavrımızı alabiliriz. Başka bir deyişle seçim kampanyası herkesin elindeki kartları açtı: Her gün barıştan falan söz etmemiz gerekiyordu, oysa böyle sözler halkı gevşetir, soğutur. Ama artık her şey yoluna girdi. — Peki Berlin’i nasıl buldunuz? — Doğrusunu söylemek gerekirse pek de hayran olmadım. Berlinliler biraz gevşemişler gibi geldi bana.


Belki bu yalnızca bir ilk izlenimdir, ama bu sabah Postdamer Platz’da durup kuşatma günlerini anımsadım, üzüldüm. O zamanlar bu alan bir cephe gibiydi, şimdi ise bildiğiniz bir alan: Vurguncular, karaborsacılar cirit atıyor. Işıkların söndürülüşünü, halkın karanlıkta oturuşunu anımsadım; Kızıllar da ışık içindeydiler… Ama yine de Berlinlilerin morali o zaman daha iyiydi. Gökten “uçan kaleler”in geçtiğin gördüler miydi umutlanır gibi olurlardı, şimdi ise göğe değil, yere bakıyorlardı… Smiddle sessiz, barışcıl durumların insanı değildi: Ona silah sesleri, pusular, karmaşık entrikalar gerekti. Smiddle’in “Buick”de birkaç saat geçirdiği Doktor Hellitz’in karısı bir arkadaşına şunları söylemişti: “Smiddle’i gerçek anlamıyla ancak o gece tanıyabildim. Tam bir romantik bu adam. Direksiyonu aniden kırdı ve son hızla tarlaların içinden gitmeye başladı, parçalanmamız işten bile değildi. Ben, tabii, bağırdım, oysa kudurmuş gibiydi, az kalsın boğacaktı. Daha sonra ben zevkten inlerken, o hafif hafif ıslık çalıyordu. Düşünebiliyor musun?. Ayrılırken kendisine çaldığının ne olduğunu sorduğumda ne dese beğenirsin? ‘Ölü kumandanların marşı!’ Hayır, anlamak olanaksız bu adamı! Ömrümde böyle erkek görmedim ben…” Albay Colling Smiddle’in tehlikeli işlere olan sevdasına çok değer verirdi. Bir gün binbaşıdan söz ederken, o da Mrs Hellitz’in sözlerini yinelemişti: “Smiddle bizim çalışmalarımıza şiiri getiriyor. Herkes tartar, ölçüp biçer, Smiddle ise yanar, tutuşur, hep bir şeyler düşünür, arar, bulur ve yürür. Belki de onun Güneyli olmasından, bilmiyorum. Ama romantik bir yanının olduğu kesin.

” Hilda Richter, muhakkak ki Smiddle’e aşık olacak kadın değildi. Ne geçen yıllar, ne çekilen heyecanlar bu kadının yüreğini soğutamamıştı. Yoldan geçen çekici bir erkeği gördü mü, hemen bunun idealindeki erkek olduğunu, mutluluğu geç bulduğunu, elini çabuk tutması gerektiğini, çünkü artık otuz altı yaşında olduğunu ve yakında kocasına yelek ören, kondüktörün tramvaya binmesine özenle yardım edeceği yaşlı bir kadın olacağını düşünmeye başlardı. Bir oğlan çocuğununkine benzeyen kıvırcık saçlı başıyla hâlâ güzeldi; fosforsu ışıkların yanıp söndüğü yuvarlak yeşil gözleri, olgun bir kadının ateşli ve uysal beraberliğini vadederdi. Felsefe doktoru olan son sevgilisi Goltz (bu yakınlarda Postdamer Platz’da bir eskici dükkânı açmıştı) bir gün şöyle demişti ona: “Güney çiçekleri vardır hani… Bizde havaların dona çalmasından önce yalnızca birkaç günlüğüne açarlar, sen tıpkı onları anımsatıyorsun bana…” Goltz, Hilda’nın savaş sonrası sevgilileri uzun listesinde bir kural dışıydı: Yalnızca yabancılarla dostluk kurardı Hilda: Yabancılar ona Almanlardan daha çekici gelir, daha önemlisi, böyle davranmakla kocasını aldatmamış sayardı kendini: Başka dünyadan gelmiş bir yaratığı kıskanmak aptallık değil de neydi? Smiddle ile onun Berlin’e ilk gelişinden hemen sonra tanışmıştı. Dış görünüşüyle büyülemişti Smiddle onu: Gümüşsü saçları, tunç rengi yüz, sert, buyruk verircesine bakan gözler… “Siz,” demişti Hilda, “gazeteciye değil, daha çok bir altın arayıcısına ya da kaplan terbiyecisine benziyorsunuz.” Smiddle kolunu dirseğinin üzerinden sıkmıştı. “Canımın acıtılmasından hiç hoşlanmam” demişti Hilda. Smiddle gülmüştü: “Savaşta yaralandığım zaman sayıklıyordum, ve hep senin gibi bir kadın geliyordu gözümün önüne, senin gibi güzel ve aptal.” Üç gün sonra Smiddle’in sevgilisi olmuştu. Heyecanlı, uysal, boyun eğmeye hazır olarak koşardı ona. Sonra da birtakım gerekçeler uydururdu: “Geciktim, ama daha erken çıkamıyorum, kocam çok kıskançtır…” Gerçekten de Kurt yüzünden gecikmiştir: Ona yemek hazırlamak için. Yemek, zamanında hazır olmadı mı Kurt kızardı, ama Hilda’nın gönül eğlenceleriyle nicedir hiç ilgilendiği yoktu. Savaş öncesi yıllarını anımsadığı zaman Richter’e, o zamanki adam kendisi değilmiş de, bir başka Richter’miş gibi geliyordu: İyi bir durumu, belirli alışkanlıkları ve geleceği olan bir Richter… Şimdiki gibi yıkıntıya dönmemiş kocaman kentlerde evler yapardı bu Richter, “Prager Diele” kahvesine gider, Freud okur, ağırlama günlerinde bulunurdu; eğer bir kenara iki yüz mark koyabilirse, Hilda’yla birlikte Fransa’ya-Biarritz’e, ya da Saint-Tropez’e gezmeye gidebileceğini bilirdi. Gerçi buna küçük burjuvalık diyenler bulunabilirdi, ama bu savaş öncesi Richter’inin yaşayışıydı.

Sonra her şey altüst olmuş, bir girdabın içinde bulmuştu kendini. Bazen tüm bunların suçlusunun Hitler olduğunu düşünürdü: Tüm bir halkın hayatıyla kumar oynanmazdı, insanlar bir kere dünyaya geliyorlardı ve eğer ellerinden her şeyleri alınırsa, tarihçilerin kendileri için neler yazacağı artık umurlarında bile olmazdı ve yine düşünüyordu Richter: Demek ki kaçınılmaz bir şey bu, şimdi de Amerikalılar savaşa hazırlanıyorlar, tıpkı Hitler gibi ve demek ki başka türlüsü olanaksız, kendi içinde kendine uygun bir mantığı var bu işin. Almanlar savaşı kaybettiler, ama savaş devam ediyor. Yenilgiyi böylesine pahalıya ödememizin nedeni de savaşı bizim başlatmış olmamızdı. Ama yarın Almanya yargıç durumuna geçebilir. Gerçi bunun benim için mutluluk verici bir yanı yok, asker değilim ben, mimarım, yapı yapmayı öğrendim, oysa şimdi önemli olan yıkmayı bilmek. İnsanın çağıyla tartışması gülünç bir şey… Ama, yalnızca tarihin gidişini değil, başka şeyleri de düşünmek gerekiyordu, Richter konforu severdi, mutfağın iyisine, Ren şaraplarına, Brezilya sigaralarına düşkündü. Hilda’dan çoktan bıkmıştı ve her çarşamba küçük Lotta’sına gidiyordu. Kabare artistiydi kız, naylonu, Guerlain’in parfümlerini severdi. Savaş yıllarında gerçi bir asker gibi yaşamıştı, ama o zamanlar ne Kurfürstendam vitrinleri, ne restoranlar, ne de gönül ayartıcı fettan kadınlar vardı. Varsın bunun iki savaş arasındaki geçici bir dinginlik dönemi olduğunu söyleyenler haklı olsunlardı, beş yıl kadar sürecekti ya bu… Oysa hayat denilen şey oldukça kısa bir öyküydü, ne kadar ömrün kaldığını nerden bilebilirdin?. Bu acı düşünceler Richter’in Rus kesiminde çalışmasının nedeni olmuştu. Gerçi, onun kötü bir Alman olduğunu ve propagandalara kanarak Kızıllaştığını söyleyenler bulunuyordu, ama Richter bu sözlere gülüyor, kimin ne olduğunu kimse bilmez, diyordu, ama ben Rusları tanırım, Doğu cephesinde dört yıl savaştım, şaka değil bu, ta Tiegarten’e kadar… Kimse beni komünist yapamaz, eğer Batı Berlin’de hiçbir yapı çalışması yoksa bu benim suçum mu?. Aslında Kızılların kesiminde çalışmaya hemen razı olmamıştı. Üstelik tam da o sıralar Hilda Hamburg’tan gelmiş bir İngilizle kırıştırıyordu, Richter’e, “Bir kadınla tanıştım,” demişti, “kocası Hamburg belediye başkan yardımcısıymış.

Senin için kocasıyla konuşacağına söz verdi, çok yapı yapıyorlarmış orada…” Ancak İngiliz Berlin’den pek çabuk ayrılmış, Hilda da bir daha Hamburglu kadının sözünü etmez olmuştu. Kurt düşünüp taşındıktan sonra Kızıllar için okul yapmayı kabul etmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir