Nazan Bekiroğlu – Nar Ağacı

Elimdeki zarfın arka yüzündeki adrese baktım. Otuz yıl önce postaya verildiği yerin harflerini okudum teker teker: Te-hı-te; Taht. Sin-lâm-ye-mim-elif-nûn; Süleyman. Bir tire koydum araya, Farsça tamlamayı kurdum: Taht-ı Süleyman. Taht-ı Süleyman’dan gelmişti bu mektup. Demek ki şimdi bana ne çok yolculuk var ve yolun sonunda daima Taht-ı Süleyman var. Peki ama ben ne kadar çok yoldan geçerek varacağım Taht-ı Süleyman’a? Üstelik otuz yıl geçmiş aradan, aradığım hâlâ yerinde duruyor mudur? “Geleceğim” demedim. Bekliyor mudur? Çalışma masamın başında, üzerinde donuk bir Şubat ışığı oynaşan sararmış zarfı otuz yıl üzerine bir kez daha açtım, otuz yıl önce arkasına ancak bir kez düşebildiğim ve çabuk yorulduğum şeyi bu kez bulmaya kararlıyım. Yasemen “Buluruz” demedi mi? Ne ben otuz yıl önceki benim ne de Iran o eski Iran. Değişmeyen tek makam: Taht-ı Süleyman. Enine doğru ikiye katlanmış çizgisiz kâğıdın başına mavi tükenmez kalemle kondurulmuş hitap yerli yerinde: “Azizim”. Yazılmış olanlar da satır satır, dizi dizi duruyor. Bir de yazı, o hiç değişmiyor. Fakat bu mektup asıl merakımın ne olduğunu anlamıyor, bana ondan haber vermiyor. Hal hatır.


Sonrası iyilik sağlık. Eski insanların bütün mektupları gibi, bolca selâm, bolca isim. Oysa ben şimdi olduğu gibi otuz yıl önce de dedemi, daha doğrusu on iki yaşımda iken kaybettiğim ve ancak bir parça tanıyabildiğim dedemi değil onun asıl hikâyesini, yani gençliğini merak etmişim. Fakat zamanı varmış her şeyin, otuz yıl beklemişim. Şimdi elim ancak varınca, gitmeye karar vermişim. Zaman geldi. Fakat huzursuzum ben. Hayal meyal hatırladığım dedemin hikâyesi mi benim huzurumu kaçıran? Zamanında daha fazla anlattırmak, daha fazla dinlemek, daha fazla bilmek ve öğrenmek mümkünken, hikâyenin kahramanı henüz sağken ve bana bu kadar yakınken nasıl bu kadar gafil olabilmişim? On iki yaş! Çocukluğun taşıyamadığı merak yegâne müdafaam benim. Gafletin bir kefareti olsa katbekat ödeyebilirim. Ama yok. “Yitik zamanın peşindeyim. Ne olmuştu da Tebrizli tacir yerini yurdunu terk etmiş, evinden ocağından, anasından atasından kopmuştu? Ailenin haylaz çocuğu muydu, istenmeyen kişi mi olmuştu? Affedilmeyecek bir hata mı işlemişti ki ikinci vatanında kurduğu yuvaya, tüttürdüğü ocağa rağmen unutamadığı anavatanına mektuplar yazıp dursa da gelmezdi bu mektupların cevabı. Kovulduğu cennetin kapıları bir türlü açılmaz, kimseler ona cevap yazmazdı; tek mektup müstesna. Trabzon’a yerleştiği daha ilk yıllarda aldığı bu mektupta ona “Geri dön” denmişti. “Köprülerin altından çok sular aktı, geri dön.

” Dönmemişti o. Bu çağrıya icabet etmemiş, Zehra’sının, Sehend Dağı’nın gölgesinde, o bambaşka coğrafyada, bambaşka alışkanlıkların, bambaşka insanların arasında yaşayamayacağını düşünmüştü en fazla. Ne geri dönebilmişti ne de hiçbir şey olmamış gibi yapabilmişti. Bir haber, bir rabıta, bir gönül bağıydı bütün istediği. Bir mektup, aralarında gidip gelsindi. “Ben buradayım, siz de oradasınız değil mi? Ben sizi biliyorum, sizin de beni bildiğinizi bileyim. Söz ile söyleyin, ikrar edin. Beni cennetinize tekrar kabul edin.” Ama hayır! Kesin bir sükûtla bölünmüştü o tek mektubun kurduğu köprü. Bu nasıl bir kovulmaydı ki ölümüne değin Taht-ı Süleyman’a yılda birkaç mektup yazdığı halde bir daha cevap alamamıştı. Artık gözlerinin feri söndüğünde, daha da hazini hafızası kelimelerine ihanet edip Farsça sözcükler dilinden yapraklar gibi ağır ağır düştüğünde, yerine yenileri koyulamayan eksik kelimeler meramına artık yetmeyince oysa meram giderek daha da çoğalınca Menije görünmeye başlamıştı evimizde. Trabzon’daki İran konsolosunun bulduğu, üniversitede okuyan Fars bir öğrenciydi Menije. Urumiyeliydi ve şayet çocukluğumdan kalan hatıra beni yanıltmıyorsa kocaman, aydınlık, pırıl pırıl bir gülüşü vardı ve galiba en güzel yeri ceylanlar gibi bakan koyu karanlık gözleriydi. Mektuplar döşenirdi Menije’nin inci harflerinden. “Yaz kurban” derdi dedem.

“Ben sizleri, vatanımı, atamı, anamı, biraderimi, ablalarımı, Tebriz’i, Taht-ı Süleyman’ı, Sehend Dağı’nı çok özlemişim. Burada rahatım huzurum, ikbalim servetim yerli yerinde. Artık yaşlandım. Sularım duruldu. Kanım sakin akıyor. Ama vatanım aklımdan çıkmıyor.” “Oku aziz can” demişti bir keresinde. “Tamam, Settarhan Amca” demişti Menije. Mektubun önce Farsçasını, yetmemişti sonra Türkçesini okumuştu. Derkenarlarla, satır aralarıyla, yazılanlardan çok yazılmayanlarıyla uzayıp giden mektup benzerleri gibi dedem tarafından öpülüp zarfa konmuştu. Dimdik, hâlâ çakı gibi bir adamdı benim dedem. Ama bütün bunlar çocuk gözlerimin önünde olup biterken, Allah’ım, ben ne kadar gafildim. Taht-ı Süleyman taifesi Nuh diyor peygamber demiyor olmalıydı ki bir cevap olsun gelmiyordu. Büyük ceza. Yıllar yılları kovaladı.

Böyle sürdü gitti, beklenen mektup gelmedi. Ama sonra bir gün, en olmaması gereken gün, beklenen cevap geldi, dedemin ölümünden iki gün sonra. Hakikaten “roman gibi”. Teyzem gözyaşları içinde çantasından bir zarf çıkardı. Menije çağrıldı. Bolca selâm, hal hatırdan ibaret bir mektuptu bu da, o kadar. Ve ki gidenler gidince geride kalanların paylaşacak bir şeyi kalmamış olmalı ki yazışmanın devamı gelmemişti. Gel zaman git zaman, fakültedeyken Fars bir arkadaşa bir mektup yazdırmıştım ben de, tam otuz yıl önce. Bir de cevap almıştım, işte şu elimde tuttuğum zarfın içinde. Ama yıl 1979’du. Iran tümüyle kendi içine kapanırken Taht-ı SüleymanTrabzon hattındaki yazışma bir kez daha kesilmiş, ben de şu adresi nice cevapsız mektuplar serüvenine ekleyerek belleğime yerleştirmiş, zamanına değin rafa kaldırmıştım. Taht-ı Süleyman’dan her nasılsa gökten düşen elma gibi Trabzon’a düşüvermiş dedemin hikâyesi sade çizgileriyle belliydi aslında. O, Tebriz, Batum, Tiflis, Bakü hattında halı ticareti yapan bir tacir. Batum’da bulunduğu sırada Bolşevik İhtilâli patlak verip sınırlar kapatılınca bir daha Tebriz’e dönememiş, Trabzonlu bir motorcunun yardımıyla onun şehrine kaçmış, İstanbul’a geçmek niyetiyle Trabzon’a şöyle bir uğradığını sanmış ama büyükannemle evlenince burada kalmış. Büyükannemin de hikâyesi belli, o da 1916’da Rus işgaline uğrayan Trabzon’un istanbul’a kadar gidip dönen muhacirlerinden biri.

iki ırmak onlar, ikisinin de birleşip büyük bir ırmağa dönüşmeden önce ayrı ayrı akıp geldikleri kumullu yataklar, mecralar, kimyalar var. Benim var olmam için birbirine doğru akmış bu iki ırmağın birleştiği yerde milyonlarca ihtimal arasında mümkünlerden bir mümkünüm sadece ben. Öyleyse mümkünümün yola çıkış anını, ırmaklarımın kaynağını bulmam gerek. Dedemin bile başaramadığı şeyi başarmak yani; geri dönmek. Başlangıç noktasına ittiba etmek. Gitmek. Merak, zamanı gelmiş bir katmer gibi açılıyor içimde. Haydi, öyleyse zaman geldi. Bir tacir ve bir muhacirin mümkün kıldığı varlığıma şimdi seyyahlık yaraşır. Yol zamanı. Ama benim de yolum yolculuğum var; demem o ki bu karara varmam, bu cesareti toplamam kolay olmadı. Her şey Bakü’den aldığım bir sempozyum davetini, biraz da tacirin bir zamanlar yolunun geçtiği şehri görmek arzusuyla kabul ederek üç ay önce Bakii’ye gitmemle başladı. Önce onu anlatmalıyım. Çünkü Doğu’nun kapıları bana ancak o zaman açıldı ve yol arkadaşımı da orada buldum. Üç ay önce, Kasım başı.

Bir sempozyum vesilesi ile Bakü’ye gidiyorum. Bakü’ye Trabzon’dan uçak var fakat pervaneli bir uçak bu, İstanbul’dan jet ile bir buçuk saatte alınacak mesafeyi o buradan üç saatte alacak. Olsun. Buradan İstanbul’a geçip İstanbul üzerinden Bakü’ye gitsem hem aynı zamanı harcayacağım hem de böylesi bir rota bana abes gelecek. Üstelik bu pervaneli uçak öyle 10.000 “feet” yükseklikte filân değil, gayet insanî irtifalarda yol alacak. Bu harikulade. Çünkü böylece yeryüzüne tanınır bir yükseklikten bakabileceğim, şehirleri, dağları, ırmakları seçebileceğim. Gerçekten de öyle oluyor. Azerbaycan Hava Yolları’na ait bir uçakta abartılı makyajlarıyla Rus hosteslerin ikram ettiği kahveyi yudumlarken başımı cama dayamış dışarıyı seyrediyorum. Hiçbir şey bir noktaya dönüşmüyor, her şey yerli yerinde, sadece ben biraz uzaktan bakıyorum. Güneşli, berrak bir gün. Karadeniz kıyılarını ayan beyan izlemek mümkün. Çoruh nehrini ve Batum’u tanıyorum. Sınırı aşmışız.

Kuş uçuşu gitmek oradan geçmemizi gerektirse de Ermenistan gökleri bize kapalı olduğu için Gürcistan üzerinden uçuyoruz. Şunlar, bu ihtişam ve bu güzellikle başka türlüsü mümkün değil, Kafkas Dağları. Bir kelepçe gibi uzanıyor ve yumuşak bulutların, altın ışıkların, koyu mavi gölgelerin arasında yüzen karlı zirveleriyle, bitmeyen masallarını anlatıyorlar. Hazar ve Karadeniz arasında uzanan Kafkasya’ya Arap coğrafyacılar “Halklar Dağı” derlerdi. Her vadisinde neredeyse bir halkın yaşadığı dünyanın bu en kalabalık, en renkli ve en problemli bölgesini bu mesafeden bir minyatür çerçevesine sığdırılmış görmek, üzerimde derin bir duygu, sarsıcı bir etki uyandırıyor. Çünkü bu yükseklikten bakınca orada yaşanmışların hükmü kalmıyor. O yangınlar bu dağlarda bu taşlarda mı tutuştu? Korku bu dağları mı bekledi? Bu dağların gördüğünü mü kimseler görmedi? O ağır yük bu dağların mı omuzlarına bindi? Bu dağlar da mı tanık tutulduklarına tahammül etti? Bu dağlar da mı mahşerde konuşacak sıradağlardandır, o vakte kadar insanlar yalan yanlış konuşacak mıdır?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir