Hüseyin Nihal Atsız – Deli Kurt

Üstü örtülü bir kağnı, gecenin karanlığı içinde ağır ağır ilerliyordu. 1403 yılının sonralarıydı ve dondurucu bir rüzgar ortalığı kasıp kavuruyordu. Genç ve gürbüz bir atlı, kağnının önünden, ardından, yanından giderek öküzleri idare ediyor, arada sırada kırbacını sırtlarında şaklatıyordu. Kuşkulu bir hali vardı. İkide bir arkasına bakınarak gözlerini zifiri karanlığa dikmesi bir şeyden çekindiğini gösteriyordu. Yol bir karış çamurdu ve durmadan sulu kar yağıyordu. Kalın kepeneğine sarılmış olan atlı,bu ağır gidişten huylanıyordu. At üstünde her zaman hızlı gitmeye alışmış, diz boyu karda bile, çabuk yürümenin yolunu bulmuş bir insan olarak böyle yavaş gidişten bunaldığı belliydi. Fakat onu asıl bunaltan, gidişin yavaşlığı, gecenin karanlığı ve soğuğu,ömründe ilk defa bir kağnıyı götürüşteki acemiliği değildi. Geriden gelecek birilerinden çekindiği anlaşılıyordu. Kepeneğine sarınmasında kendisini korumaktan çok,aralıksız yağan sulusepken altında yay kirişinin gevşememesine çalışan bir mânâ vardı. Sadağını ve yayını, kepenek altında dikkatle tutuyordu. Bir aralık, geriden sesler işitir gibi oldu. Kağnı tekerleklerinin gıcırtısı iyi dinlemeye engel olmasın diye arabayı durdurdu. Gerileri dinledi. Ses yoktu. Geniş bir soluk aldı. Aynı zamanda kağnının içinden bir kadın sesi duyuldu. – Çakır Ağa ! Atlı büyük bir saygı ile karşılık verdi : – Buyur sultanım ! – Neden durduk ? Çakır bir saniye düşündü. ‘Ses duyar gibi oldum’ demedi. Tehlike ihtimâlinden bahsetmek istemediği anlaşılıyordu. Gür sesiyle : – Atımın üzengi kayışını düzelttim sultanım, diye cevap verdi. Arada bir susma oldu. Sonra içerden tekrar kadın sesi geldi : – Daha çok gidecek miyiz ? Çakır, gözlerini gökyüzünde dolaştırarak şunları söyledi : – Gecenin yarısını geçtik. Gün doğmadan varırız sultanım ! Kağnıdaki kadının,çok düzgün bir konuşması ve ahenkli bir sesi vardı. Çakır, birkaç saniye bekledi. Yeniden ses gelmeyince kağnıyı yürüttü,fakat bir defa daha arkasına bakmadan da kendini alamadı… Bu genç atlının, bir eşkiya saldırısından çekindiği belliydi. Böyle bir kış gününde bu yörelerde eşkiya dolaşmazdı. Onun daha büyük bir tehlikeden endişe ettiği anlaşılıyordu. Bu sonsuz yollarda,gecenin bu vaktinde, kağnıdaki kadınla tek başına giden atlının, karşısına çıkacak veya ardından yetişecek olanlar kaç kişi olursa olsun, onlarla bir ölüm dirim çarpışmasına girmekten çekinmeyeceği bel iydi. Kendisini değil kağnıdaki kadını düşünüyordu. Arabanın dört ucundaki ikişer arşınlık direklerin yanları ve tepesi kalın keçelerle sımsıkı kapatılmıştı. İçerdeki kadın,keçe duvarlı küçücük oda da oturuyor ve bu odaya dışardan kar ve soğuk sızmıyordu. Kağnının döşemesine kalın şilteler konmuş, üzerine halılar yerleştirilmişti. Kadın, sırtında ve yanlarında yastıklar olduğu halde bu soğuk gece de meçhulden gelip, meçhule doğru gidiyordu. Omuzlarında ve dizlerinde de yün örtüler vardı. Bu şekilde üç kişinin sıkışık olarak oturabileceği kağnı odasının kalanını bir iki sandıkla bir iki yiyecek torbası dolduruyordu. Zaman ilerledikçe rüzgar artıyordu. Biraz önceki sulusepken şimdi kuşbaşı kar olmuştu. Öğleden beri aralıksız yürüyen öküzlerde yorgunluk belirtisi başlamıştı. Çakır, ömründe ilk defa bir kağnı yürütüyor, öküz yediyordu. Hayvanlar yavaşladıkça, yahut ona, yavaşladılar gibi geldikçe kamçısını indiriyor, hattâ bazan atının üstünden onları tekmeliyordu. Fakat, öküzler bildiklerinden şaşmıyor, ezeli ve ebedi ağırlıklarıyla battal battal yol almakta devam ediyordu. Çakır’ın gözleri, bir aralık ileride hafif bir ışık görür gibi oldu. O zaman kepeneğinin altındaki yayına el attı. Sadağından bir ok çekerek gözlerini ışığa dikti. Işık kaybolmuştu. Sonra tekrar, fakat bu sefer başka bir noktadan gözüktü. Çakır, kaşları çatılarak bakıyordu. Işık tekrar yok oldu. Üçüncü seferinde bir değil, birçok ışık birden peyda oldu. Bir ikisi parlarken ötekiler sönüyor, bazan hepsi birden parlıyor,sonra birlikte kayboluyor,tekrar yanıyorlardı. Çakır, gülümsedi. Anlamıştı, karşıda ışık falan yoktu. Uykusuzluktan gözüne ışıklar gözüküyordu. Uykusuz ve yorgun savaş günlerinde de birkaç defa böyle olduğunu hatırladı. Şimdi de yorgun ve uykusuzdu. Bir gün önce hiç uyumamıştı. Bu ikinci gece de sabaha yaklaşıyordu. Yorgunluk ve kağnıdaki kadını düşünmekten doğan üzüntünün ağırlığı ile bir türlü hızlı yürümeyen öküzlerin verdiği öfke kendisini bitirmişti. İşte şimdi demin ki ışıklardan eser yoktu. Bütün ovayı kar bürümüştü. Sonsuz bir beyazın içinden gidiyorlardı. Yol iz kaybolmuştu ama yolu şaşırmalarına imkân yoktu. Karış karış bildiği bu yerlerde yolu kendisi şaşırsa bile at şaşırmazdı. Bu düşünceyle can yoldaşı olan sevgili atının ıslak yelesini okşadı. Havada henüz bir ağarma olmadığı halde Çakır, sabahın yaklaştığını anladı. Biraz önce, yanından geçtikleri bir tümsekle üstündeki üç ağaç da köy’e varmak üzere olduklarını bildiriyordu. Kağnıdaki kadına bu müjdeyi vermek aklından geçtiyse de hemen bundan caydı. Uyumuş olabilirdi. Yahut kendi seslenmesinden heyecanlanabilirdi. Çakır, şimdi öküzlerin daha yavaş yürümelerine müsaade ediyordu. Çünkü yavaş hareket edilirse tekerlekler gıcırdamıyordu. Çakır’ın köy’e gürültüsüzce varmak istediği anlaşılıyordu. Herhalde üç bin, bilemedin dört bin adım sonra, varmak istedikleri yere erişeceklerdi. Sona yaklaşmakta olanların sabırsızlığı Çakır’ın da yüreğini sarmaya başlamıştı. İçinden bine kadar saymaya karar verdi… Saydı. Bir bin daha… Fakat bu sefer beş yüze gelmeden sayıyı şaşırdı. Beyni düşüncelerle dolup taşıyordu. Göğe ve ufuklara baktı. Belli belirsiz bir ağartı başlamıştı. Birden canlandı ve gülümsedi. Çevik bir hareketle atından atladı. Arabanın önüne geçti. Bir eliyle öküzlerin boynuzlarından tuttu. Şimdi onları daha ağır yürütüyor, hiç ses çıkarmamasına çalışıyordu. At, kendi kendine ve uysal adımlarla sahibini takib ediyordu. Bu sırada, kağnıdaki kadın, yavaşça seslendi : – Geldik mi Çakır Ağa ?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir