Panait Istrati – Akdeniz

Adrien Zografi, yirmi iki yaşındayken, ilk defa 1906 yılı Aralık ayında memleketinden ayrılıyor. İskenderiye’ye gitmek üzere Köstence’den vapura biniyor. Bu, onun hayatında sayılı bir gündür. Büyük Savaşın başlangıcına kadar genç idealistimiz, Akdeniz’in âşığı olacaktır. Romanya, annesinin üzüntü içinde didindiği İbrail, onu ancak kırlangıçların yuva kurmalarına yetecek kadar kısa süreler içinde yeniden görebilecektir. Bu sayfalarda, Adriyen, Akdeniz’deki masal âlemini kendi ağzından anlatıyor. PANAIT ISTRATI Dostlarıma bakılırsa, ben bir yazar olarak yaratılmışım, yalnız makalelerle kalmayarak daha başka şeyler de yazmamı istiyorlar. İyi ama, bir şeyler bulup uydurmasını bilmeden insan yazar olabilir mi? Ben de işte böyleyim. Hiç değilse, anahatlarını yaşamış olmadığım bir macera hayal etmek elimden gelmez. Dün, İbrail’den ayrılırken, bana yine demişlerdi ki: – Çok güzel şeyler göreceksin. Bir öykü karalamaya çalış. Bu öneriler içimi parçalıyor. Ben de güzel öyküler, hatta bir roman yazabilseydim, daha ne isterdim, çünkü yüreğim devamlı buhar basıncı altında bir kazandır. Bununla birlikte, ne zaman bir öykü yazmaya kalkışsam, yüreğimden hiç de işe yarar bir şey çıkmaz. En küçük bir öykücüğün taslağını oluşturmaya niyetlendiğim anda kafam durur gibi oluyor.


İçime umutsuzluk çöküyor. Onun içindir ki, bu kez, yalnızca, yaşamımdan bazı kesitleri kaydetmeyi tasarlıyorum. Bulunmaz olanak: Bu akşam, 12 Aralık 1906 günü, yurdumdan sıvışıyorum. Mısır’a gidiyorum! Bu, bana olmayacak bir şey gibi geliyor. Bu, düşlerimin en güzel masalı olacak. Çocukluğumda, okulda, Firavunları, Mısır mabetlerini ve palmiyeleri betimleyen “Kitab-ı Mukaddes” resimleri karşısında vecde gelirdim. O zamanlar, Akdeniz’in üzerinde, göğün mavisiyle denizin mavisi arasında süzülebilmek için, bir kırlangıç olmadığıma yanardım. İşte o yüzdendir ki, beni İbrail’in uysal bir yurttaşı haline getirmek isteyen annemin ve daha başkalarının arzularına karşı geldim. Ufku hep aynı kalan, başınızdan hiçbir olağanüstülük geçmeyecek bütün bir yaşamın sanki bir hapishanedeymiş gibi yavaş yavaş eridiği zavallı bir memleketin kaldırımına, hatta yanı başında Tuna bulunsa bile, topuğundan mıhlanmak, Tanrım, bundan kötü ne olabilir? Dünya o kadar değişik manzaralarla dolu ve ruhumuz görkeme o kadar susamış bulunurken! Akdeniz… Gözlerimin göz kamaştırıcı sonsuzluğuna ansızın dalacağı o yakın sabah, bayılacağım sanıyorum. Vakit geceyarısına yaklaşıyor. Sıfırın altında on beş derece soğuk. Poyraz fırtına halinde esiyor ve tipi hareket hazırl İstanbul’a bırakmak üzere hemen demir alacağız sanıyorlar. Oysa nerede? Korkunç kış, trenlerin olduğu kadar, modern gemilerin de düşmanıdır, hele bizimki gibi mazotla işleyen ve bu müthiş yol gereksinimini sağlayamayan bir gemi olunca. Kara sıvı donmuştu. Pompalar, geminin haznelerini doldurmaktan aciz bir durumdaydı.

Salonda, şimdiden bu durum öğrenilmişti, herkes kuşkulu. Her çeyrek saatte bir, gemi süvarilerinden biri, bu yakınan insanları yatıştırmak için oraya gidiyor, bir yandan da güvertede, gitgide daha da sinirlenen kumandalar çınlıyor ve tayfalar çılgın gibi çabalıyorlar. Bunlar ne hazin şeyler! Bir kısım insanları, görkemli salonlarda, rahatça yaslanmış, gazete okurken görüyorum. Başkalarıysa poyrazın kamçısı altında, gözleri yaşarmış, elleri koçan gibi donmuş, nereye başvuracaklarını bilemez haldeler. Ve kendi kendime hayatta ne büyük bir adaletsizliğin egemen olduğunu yineliyorum. Bu iki taraftaki insanlardan her biri bakalım tam yerini mi bulmuşlar? Böyle bile olsa, yine hazin bir şey, çünkü dışarıda mücadele edenler köpek değil, taşıdığı insan yüreği acıyla burkulan adamlar. Zeki ve ahmak, ne olursa olsun, bu tayfanın yaşamı çok ağırdır ve onun kaderi karşısında nasıl duygusuz kalınabilir ki?. Ben sorunu böyle ele alıyorum. Yarın roller tersine dönse, yine böyle alacağım. Bunun dışında, karışık yorumların tümü bana pek kısır görünüyor. Başkalarının ıstırabı karşısında insan yüreği bu kadar duygusuz kalırsa her şey boşunadır. Varsayımlar hiçbir şeyi değiştiremeyecek. Bunlar dünyaya yalnızca bir sözde adalet getirecek, yoksa adaletin kendisini değil. Merhametle birlikte, adaleti insanlar arasında egemen kılacak yalnız dinler vardı. Oysa dinler iflas etmiştir.

Ve ölüler bir daha dirilmez. Sık sık ısınmak için üçüncü mevki büfesine iniyor ve haznelerin doldurulması bitti mi diye bakmak üzere yeniden yukarı çıkıyorum. Geminin hareketini, uzaklaşmasını, Karadeniz’in karanlıklarına gömülüşünü izlemek istiyorum. Sonra, yatmaya gideceğim. Şimdi, saat sabahın ikisi. Hemen hemen tüm yolcular uyuyor. Yalnız biri, ikinci mevkiden bir Romen, salonda üç aşağı, beş yukarı dolaşıyor ve ara sıra dışarı çıkarak ilk rastladığı tayfayı sorguya çekiyor: – Şu berbat mazot işi daha bitmeyecek mi? Bir delikanlı ona şu yanıtı verdi: – Ama Beyim, bu mazot değil ki, yoğurt mübarek! Parça parça geliyor. Ve adamın sessiz bakışı ekliyordu: “Bu durum canınızı sıkıyor, değil mi efendim? Ya ben ne diyeyim?” Evet, ya o ne desin? O ki, üstü başı katran içindedir, her yanı buz kesmiştir. O delikanlının yanıtına, cesaretine hayran kaldım. Onun yerinde olsaydım, ben bu derece mert davranamazdım. Görülüyor ki, bu adamlar hayli çile doldurmuşlar. Onlar Parislilerle Londralılardan daha uzaklardan geliyorlar. Ah! Güç sahibi olup da, insanları adil olmaya zorlamayı ne kadar isterdim. * Daçya, limandan bir korsan gibi ayrıldı. Ben hiç farkında olmadım.

Büfede, sonradan dost olduğumuz mutsuz bir babanın acıklı itiraflarını büyük bir ilgiyle dinliyordum ki, birdenbire plum! diye bir gürültü oldu ve ben ayaklarımın altından yerin kaydığını sandım. Dışarı fırladık. Gemi dalgalı denizde bütün hızıyla açılıyordu. Ardımızda Köstence koyu karanlıkta titreşen birkaç ışıklı noktayla terk edilmiş olduğunu bize ancak duyumsatıyordu. Fakat biz daha da korkunç bir karanlığa gömülüyorduk. Tanrım, insan doğa güçlerine nasıl güvenebilir! İnsanlar, denizlerin kahpeliğine böylesi bir cesaretle karşı koyabilmek için hangi engin bilgilere sahip olmuşlar? Anneciğim! Sonuna kadar eteklerinin dibinden ayrılmamayı isterdim; ama bak, yuvadan dışarı küçücük bir adım attım ve o anda dünya, müthiş görkemini gizleyen perdenin bir ucunu gözlerimin önünden kaldırdı! Yukarıda, kaptan köprüsünde benim iyiliğimi kollayan adamı düşündükçe, şu anda yüreğimi ne mutlu bir minnet dolduruyor, bilsen! Onun yüzünden, onun bilgisi yüzünden, ben yarın öğleyin, en uzak bir akrabamın bile asla ayak basmadığı sultanların payitahtında olacağım. Sonra babamın kenti olan Pire, İzmir ve son olarak, bir hafta sonra, düşlerimin Mısır’ı. Bir çamaşırcının oğlu olan, üzerinde bir pasaport bile bulunmayan, hatta bir hafta boş gezmesine olanak verecek parası da olmayan ben, bir peri masalı yaşayacağım. İçim, İbrail’de uyuşuk bir yaşam sürerken, asla tanıyamayacağı binbir soylu heyecanla ürperecek. Bu, bilinmeyenlere susamış ruhumun ilk büyük zaferi değil mi? Dışarıda durmak olanaksız. Güverteyi dalgalar yıkıyor. Soğuk insanın iliklerine işliyor. Hem, tüm heyecanıma karşın, biraz uyumaya çalışmalıyım ki, yarın Boğaziçi’ne girerken fazla yorgun olmayayım.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir