Paullina Simons – Bronz Atlı #2 – Tatyana ve Alexander

Doksan sekiz ve doksan dört yaşlarında olan, tüm yaşananlara rağmen hâlâ salatalık ekip çiçek yetiştiren büyükbabamla büyükanneme; hâlâ Rusya’da yaşayan iyi arkadaşımız Anatoli Studenkov’un anısına… Boston, Aralık 1930 ALEXANDER BARRİNGTON, AYNANIN ÖNÜNDE durdu ve kırmızı, Cub Scout evraklarını düzeltti çalıştığını görüyorsun. Araba bekler. Teddy ve Belinda da öyle.” Şapkasının altındaki uzun siyah saçlarını düzeltti. Jane’in konuşmasında, on yedi yaşından beri Amerika’da olmasına rağmen İtalyan aksanı hakimdi. Ses tonunu alçalttı. “Biliyor musun Belinda’yı hiçbir zaman sevmedim.” “Biliyorum anne,” dedi Alexander. “Ülkeden ayrılma sebebimiz de bu. Öyle değil mi?” Onlara aynadan baktı. Annesine çok benziyordu. Kişilik olarak daha çok babasına benzemeyi tercih ederdi. Bunun sebebini bilmiyordu. Annesi onu eğlendiriyor; babası ise kafasını karıştırıyordu. “Ben hazırım baba,” dedi.


Harold yanına yaklaştı ve kolunu Alexander’ın omzuna attı. “Cub Scouts’a gitmeyi bir macera olarak görüyorsun.” Cub Scouts bana çok fazlaydı. “Baba,” dedi aynada kendine bakarak. “Eğer orada yapamazsak, geri döner miyiz? Geri dönüp…” Birden sustu. Babasının, sesinin çatallaştığını duymasını istemiyordu. Derin bir nefes alarak, “Amerika’ya döner miyiz?” diye sordu. Harold cevap vermeyince Jane, Alexander’ın yanına geldi. Alexander ayağındaki topuklu ayakkabılarla babasından birkaç santimetre uzun görünen annesiyle, kendisinden biraz daha uzun olan babası arasında duruyordu. “Ona doğruyu söyle Harold. Bunu bilmeye hakkı var. Anlat ona. Yeterince büyüdü.” Harold, “Hayır Alexander. Geri dönmeyeceğiz.

Sovyetler Birliği’ne orayı sonsuza kadar evimiz yapmak için gidiyoruz. Amerika’da bize yer yok.” Alexander, Amerika’da onun için bir yer olduğunu söylemek istedi. Teddy ve Belinda ile üç yaşından beri arkadaşlardı. Barrington, küçük, beyaz tahta ve siyah panjurlu evlerle dolu, üç çan kuleli kiliseleri ve tek ana caddesi olan bir kasabaydı. Alexander, Barrington’ın yakınındaki ormanlarda çok mutlu bir çocukluk geçirmişti. Ama babasının bunları duymak istemediğini bildiği için hiçbir şey söylemedi. “Alexander, annen ve ben bunun ailemiz için en doğru karar olduğuna inanıyoruz. Komünizmin ideallerine artık seyirci kalmayacağız. Konfor içinde yaşarken değişim istemek kolay, öyle değil mi? Artık inandığımız şeyler doğrultusunda yaşayacağız. Bunun bütün hayatım boyunca mücadele verdiğim şey olduğunu biliyorsun. Beni sen de, annen de gördü.” Alexander başını salladı. Onları görmüştü. Annesi ve babası ilkeleri uğruna tutuklanmıştı.

Babasını hapishanede ziyaret etmiş ve Barrington halkı tarafından dışlanmıştı. Okulda herkes ona gülmüştü. Zaman zaman babasının prensipleri uğruna kavgaya karışmıştı. Annesinin, babasının yanında durduğunu ve itirazlarda bulunduğunu görmüştü. Üçü Beyaz Saray önündeki komünist gösterilerine katılmak için Washington D.C.’ye gitmişti. Orada da tutuklanmışlardı. Alexander yedi yaşındayken bir geceyi çocuk tutukevinde geçirmişti. Ancak işin iyi yanı, Barrington’dan Beyaz Saray’a gelen tek çocuk olmasıydı. Bütün bunların; sekiz nesildir Barringtonlara ait olan evi terk etmenin; sosyalist dünyaya uyum sağlamak için Boston’daki bu pis küçük odada kalmanın yeterince büyük özveriler olduğunu düşünmüştü. Görünüşe bakılırsa öyle değildi. Açıkçası, Alexander, Sovyetler Birliğine taşınacaklarını öğrendiğinde şok olmuştu. Ama babasının inancı sonsuzdu. Sovyetler Birliğinin onlar için uygun olduğuna; orada kimsenin Alexander’a gülmeyeceğine ve güzel bir şekilde karşılanıp takdir göreceklerine inanıyordu.

Orada hayatları anlam kazanacaktı. Yeni Rusya’da güç, çalışanın elinde olacaktı ve çalışkanlar, kısa sürede krallık tahtına oturacaktı. Babasının inançları Alexander için yeterliydi. Annesi boyalı dudaklarıyla Alexander’ın alnına bir öpücük kondurdu ve bıraktığı lekeyi silmeye çalıştı. “Babanın, senin doğru yolu öğrenmeni ve iyi bir şekilde yetişmeni istediğini biliyorsun değil mi canım?” Alexander biraz alıngan bir şekilde, “Bunun benimle bir ilgisi yok anne…” dedi. “Hayır!” Harold’ın ses tonu sertti. Kolunu Alexander’ın omzundan hâlâ çekmemişti. “Her şey senin için Alexander. Şu anda sadece on bir yaşındasın; ama yakında büyük bir adam olacaksın. Sovyetler Birliğine iyi bir adam olmak için gidiyoruz. Oğlum, sen benim bu dünyadaki tek mirasımsın.” “Amerika’da da birçok adam var baba,” dedi Alexander. “Herbert Hoover. Woodrow Wilson. Calvin Coolidge.

” “Evet; ama iyi adamlar değiller. Amerika açgözlü, bencil, kibirli ve intikam duygusu taşıyan adamlar yetiştiriyor. Ben senin böyle biri olmanı istemiyorum.” “Alexander,” dedi annesi. “Biz senin Amerika’daki insanların sahip olmadığı avantajlara sahip olmanı istiyoruz.” “Bu doğru,” dedi Harold. “Amerika, adamları yumuşatıyor.” Alexander bir adım geri çekildi ve gözlerini ciddi yüz ifadesinden ayırmadı. Onlar içeri girmeden önce yaptığı buydu. Yüzüne bakıyor ve ne zaman büyüyeceğini; nasıl bir adam olacağını düşünüyordu. Babasına dönerek, “Merak etme baba. Benimle gurur duyacaksın. Açgözlü, bencil, kibirli ve intikam güden biri olmayacağım. Sert bir erkek olarak yetişeceğim. Haydi gidelim.

Ben hazırım.” “Ben senin sert bir adam değil; iyi bir adam olmanı istiyorum Alexander,” diyerek duraksadı Harold. “Benden daha iyi bir adam.” Odadan çıkarlarken Alexander arkasına döndü ve kendine aynada son bir kez baktı. Bir daha dönmesi gerekebilir diye bu çocuğu unutmak istemediğini düşündü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir