Pierre Loti – Doğudaki Hayalet

Pierre Loti, yapıtlarının yanı sıra, çok renkli yaşamı ve kişiliğiyle de özellikle yaşadığı dönemde ilgi odağı olmuş ender yazarlardan biri. Gazetelerde, dergilerde resimleri basılan, hakkında türlü çeşitli, doğru yanlış sürekli haberler, yazılar çıkan bir ünlü; öyle ki 1903-1905 yılları arasında Vatour gemisinin komutanlığını yaptığı zamanlar İstanbullu hanımlar onu izletmek için özel hafiyeler tutmuşlar. Bugün için adı pek yabancı gelmese de yapıtları pek tanınmayan Fransız deniz subayı Julien Viaud, yazın dünyasındaki adıyla Pierre Loti Türkiye’yi ikinci yurdu saymıştı. Deniz subaylığı sayesinde çeşitli ülkeler tanıma fırsatını bulan Loti, mesleği gereği yaptığı yolculukların yanı sıra, zaman zaman kendi de yolculuklara çıkmıştır. Tahiti’den Senegal’e, Mısır’dan Çin’e, Hindistan’dan Amerika’ya kadar çok yer gezip dolaşmış ama yalnızca Türkiye’yle bir gönül bağı olmuştur; bu, sözde kalan bir gönül bağı değildir. Ardında kırk kadar yapıt bırakan Pierre Loti 14 Ocak 1850 günü dünyaya geldi. Sanatçı kişiliği daha çocukluğunda belirmeye başladı. Kardeşindeki resim yeteneğini gören ablası Marie, onu resme yönlendirdi, aynı zamanda da piyanoya başlattı. Loti, fotoğraf çekmeye merak sarınca bir süre sonra resmi bırakmış; ama piyanodan hiç bir zaman kopmamış, komutanlık yaptığı savaş gemilerinde bile odasına bir piyano koymayı ihmal etmemiştir. Julien on beş yaşındayken, ağabeyi gibi denizci olmaya karar verir. Deniz Harp Okulu sınavlarına hazırlanmak için gittiği Paris’te yalnızlıktan kurtulmak için küçük bir deftere içini dökmeye başlar. 1866 kasımında başladığı bu günlük giderek bir yaşamın seyir defterine dönüşür. Pierre Loti hemen bütün yapıtlarını günlüğünden yola çıkarak yazdığı için yapıtları özyaşamöyküsel bir nitelik taşır. Julien Viaud ilk kez asteğmen olarak Jean-Bart gemisiyle çıktığı uygulama gezisi sırasında Türk topraklarına ayak basar. Jean-Bart 20-25 Şubat 1870 tarihleri arasında İzmir limanında demirler.


Kent onda üstünkörü bir izlenim bırakmıştır. Karanlık bir gecedir; yağmur yağmakta, sokak köpekleri ulumakta, kervanlar geçerken develerin çıngırakları duyulmaktadır. Her şey sanki bir düşteymiş gibi görünmüştür ona. Türkiye’ye bir sonraki gelişiyse 1876 yılına raslayacaktır. Bu arada Tahiti’ye, sonra Senegal’e gider; Tahiti’de Kraliçe Pomaré’nin nedimeleri ona Loti adını takarlar, sonraları yapıtlarını imzalayacağı bu ad tropikal bir çiçeğin adıdır. Deniz subayının Senegal’de yakalandığı sevda fırtınası düş kırıklığıyla biter. Sonra onu Couronne fırkateyninde teğmen olarak görüyoruz. Aradan geçen zaman içinde, çizdiği resimlere günlüğünden eklediği alıntılarla, Paris basınının önde gelen ressam muhabirleri arasına girmeyi başarmıştır. Selanik’teki Fransız ve Alman konsolosları öldürülünce, hükümetleri, suçluların cezalandırılmasını istemişler ve idamları izlemek için çokuluslu bir filo Selanik’e gönderilmişti. Couronne fırkateyni bu filodaki gemilerden biriydi. Suçluların asılmasından üç gün sonra subaylara kentte gezme izni verilir. Genç teğmen Julien Viaud, yabancılar için tehlikeli sayılan kentin Müslüman mahallelerine dalmaktan çekinmez. Dövüşen iki leyleğe bakmak için eski bir caminin kapalı kapısı önünde durduğunda, iki iri yeşil gözün gözlerine dikilmiş olduğunu ayrımsar. Bunlar Aziyade’nin, on sekiz yaşlarında bir Çerkes kızının, yaşlı tacir Abeddin’in dört hanımından en genci olan Aziyade’nin gözleridir. Aziyade’nin hizmetçisi Hatice ve Julien’in Selanik rıhtımlarında tanıştığı Musevi kayıkçı Samuel’in katkılarıyla! gizli buluşmalar ayarlanır.

İlkin bir düş ve duygu esrikliğinden öte değildir bu; ardından bir şeyler daha gelir, aşk ya da onun gibi bir şey. Bu arada, İstanbul’daki Gladiateur gemisinde bir göreve atanır. Ancak, Aziyade de sonbaharda İstanbul’a gelecektir, çünkü kocası Abeddin evini başkente taşıyacaktır. Julien Viaud’nun Osmanlı başkentinde ilk kalışı 1 Ağustos 1876’dan 17 Mart 1877’ye kadar uzanır. Kısa süre Beyoğlu’nda bir otelde kaldıktan sonra Beyoğlu’nun tenha bir yerinde, Haliç’e ve Türk kentinin uzaktaki panoramasına bakan bir eve yerleşir. Tanıştığı bir Ermeni papazdan ilk Türkçe derslerini alır. Sonra hayatın tadını çıkarmak için gönlünce yaşamaya başlar. Giderek, doğunun yaşam biçimine alışır; Türk göreneklerini benimser, kaftan giyer, nargile içer, hatta Karagöz seyretmeye bile gider. Sonunda bir ev tutup Eyüp’e yerleşir. Bu arada Aziyade, Selanik’ten İstanbul’a gelmiştir. Genç kadın, kocasının sık sık İstanbul’dan ayrılmasından yararlanmakta, sevgilisinin Eyüp’teki evine gelip birkaç gün kalmaktadır. Aziyade’nin kendini adamaya kadar varan sevgisiyle sanki Tanrı katına yüceltildiğini hisseden Julien’in benliğindeki eski yaralar iyileşir, Julien, genç Çerkes kızına duyduğu sevgiyi itiraf eder: Aşkın o saf, o mavi küçük çiçeği bu genç, ateşli tutkuyla karşılaşınca yeniden açtı gönlümde. Olanca kalbimle onu seviyor, ona tapıyorum. Genç denizci zamanla Eyüp halkından biri olur çıkar. Dünyanın en güzel ülkelerinden birinde yaşadığına inanmaktadır artık.

Ama nasıl oluyordu da, Aziyade, Julien Viaud’nun evine rahatça gidip geliyordu. Loti’ye göre bu durum çevrede üstü kapalı biçimde kabul edilmişti. Aziyade’nin, ya da bir erkeğin haremindeki Müslüman kadınının, Hıristiyan bir erkekle ilişkiye girmesinin olanaksızlığı üzerine az mürekkep harcanmamıştır. Kimileri Aziyade’nin hiç bir zaman var olmadığını, sanal bir sevgili olduğunu vurgularken; Gide, Cocteau, Goncourt Kardeşler gibi kimileri de onun aslında bir erkek olduğunu ısrarla öne sürmüşlerdir. Aziyade ile yaşadığı bu aşk ona Türk dünyasının kapısını açar. Öte yandan Loti, gelişen siyasal olaylar karşısında gönlünün haritadan silinmek istenen bu güzel ülkeden yana [olduğunu], hiç farkına varmaksızın yavaştan Türkleş[tiğini] itiraf eder. Artık, kendi ülkesi tehditle ve ölüm tehlikesiyle karşılaştığı zaman duyacağı coşkuyu biraz Türkiye için de duy[maktadır]. Günün birinde gemisinin bir başka ülkeye doğru demir alacağının bilincindedir. Genç subay 17 Mart 1877’de, Türk-Rus Savaşı’nın çıkmasından bir süre önce, sevgilisine döneceği sözünü vererek İstanbul’dan ayrılır. Türkiye’den dönüşünde sıkıntı ve özlem kaplamıştır içini. Anıların yükünden kurtulmak için yazmayı düşünür. Acısının türküsünü söylemek, içindeki acıyı önüne gelene haykırmak istiyordu. Hem yazmak için kafasını yormasına da pek gerek yoktu. Nasılsa günlüğü elindeydi. Ufak tefek değişikliklerle İstanbul’da kaldığı süreyi çok özgür bir biçimde roman gibi yeniden yazmaya başladı.

Yalnızca adları değiştirdi; Hatice’yi Aziyade, kendisini Loti adında bir İngiliz deniz subayı yaptı. Bir de romana özgü etkileyici bir son bulması gerekiyordu. Buldu da. Romanın baş kişisi Loti, İstanbul’a döndüğünde sevgilisinin öldüğünü öğrenince Ruslar’a karşı savaşan Türk birliklerine katılacak ve Kars kalesi önlerinde şehit düşecekti. Julien Viaud’nun ilk yapıtı Aziyadé 1879 ocak ayında satışa çıkarıldı. Loti’nin bu ilk romanı hemen hiç ilgi uyandırmadı. Romandaki olay örgüsünü oluşturan bir dizi küçük olayın siyasal ve tarihsel bir fon üzerinde sıralanması yapıta belgesel bir çeşni katmaktadır. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilip yerine V. Murat’ın geçirilmesi, üç ay sonra onun yerine II. Abdülhamit’in tahta çıkarılması, 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’in ilanı ve yine aynı gün Bahriye Nezareti Binası’nda toplanan Tersane Konferansı ve konferansın başarısızlıkla sonuçlanması bu fonun dokusunu oluşturur. Aziyadé, yayın için deniz kuvvetlerinden izin alma zorunluluğunu aşmak için yazar adı olmadan çıksa da, o yazmayı sürdürmekte kararlıydı. Bir yıl sonra Le Mariage de Loti Madame Adam’ın Nouvelle Revue’sünde tefrika edilince yazın dünyasında büyük yankılar uyandırdı. Aziyadé’nin yazarı birden üne kavuşmuştu. Julien Viaud, üçüncü romanı Le Roman d’un spahi’de Pierre Loti imzasını ilk kez kullanır. Artık yapıtlar birbirini izleyecektir.

Pierre Loti on yıl sonra ikinci kez Türkiye’ye gelir. Romanya Kraliçesi Elizabeth’in, yazın dünyasındaki adıyla Carmen Sylva’nın çağrısına uymak, Bükreş üzerinden İstanbul’a gitme fırsatını vermiştir ona. 6-8 Ekim 1887 tarihleri arasında İstanbul’da kalan Loti, bu üç gün içinde eski günlerin izini sürmeye, gençlik günlerinin üzerini örten külleri deşme[ye] çalışır. Amacı, Aziyade’nin ölümünden kesinlikle emin olmaktır. Heyecan içinde, soluk soluğa, gerçeği öğrenmek için çırpınır. Çılgınca koşuşturma Topkapı’da Aziyade’nin mezarında noktalanır. Bundan böyle İstanbul’a her gelişinde bu mezarı ziyaret edecektir. Bu üç günlük yolculuğun soluk kesen öyküsünden yeni bir yapıt doğar: Fantôme d’Orient (Doğudaki Hayalet). 1890 yılında Carmen Sylva’ya ikince kez konuk olan Loti, oradan yine İstanbul’a uzandı. 12 – 15 Mayıs günleri arasında Osmanlı başkentinde kalan Loti’nin üçüncü kez niçin geldiği pek açık değildir. Günlüğünde resmi bir ziyaret için İstanbul’a gittiğini belirtmesi ünlü yazarın Sultan Abdülhamit’in çağrılısı olduğu varsayımına yol açmıştır. Gerçekten bu gelişinde Yıldız Sarayı’nda Sultan Abdülhamit ile görüşmüş, Mecidiye nişanıyla onurlandırılmıştır. Loti’nin Abdülhamit’e hayranlık duyduğu doğrudur. Ama bu, siyasal nedenlerden çok estetik nedenlere dayanan bir hayranlıktır. Çünkü hükümdarlar hep büyülemiştir onu.

Kralları hep bir peri masalı kahramanı olarak algılamıştır. Onun gözünde Osmanlı padişahı Batılı ruhun yeryüzünde en anlayamayacağı insandır, insanüstü sorumlulukları olan Halife’dir, Asya çöllerinin derinliklerinde Tanrı’nın gölgesi diye adı geçen adamdır. Görüşme sırasında sadrazam padişahla ünlü konuğu arasındaki konuşmaları çevirmek için boşuna nefes tüketmiştir. Çünkü Loti’ye göre ikisi de birbirlerini çok iyi anlıyor, Hırıstiyan güçlerin sıkıştırdığı imparatorluğun geleceği hakkında aynı kaygıları paylaşıyordu. Ötesi, Loti yalnızca Abdülhamit’den değil, çağın pek çok kral ve kraliçesinden iyi kabul görmüştür. Ancak Loti, hiçbir zaman Abdülhamit’i savunmamıştır. Bu üçüncü İstanbul yolculuğundan Constantinople en 1890 çıkacaktır. Loti, 1894 yılında henüz küçük bir çocukken yitirdiği inanca yeniden kavuşmak umuduyla Kutsal Toprakları ziyaret etti. Fransa’ya dönüşte yine İstanbul’a uğradı. Bu dördüncü gelişi 12-18 Mayıs tarihlerine raslar. Abdülhamit’in çağrılısı olarak Cuma Selamlığını izledi; Fransız elçisi Paul Cambon’un eşliğinde Bursa’ya gitti. Bu yolculuğunu La Galilée’nin sonuna eklediği La Mosquée Verte’de anlatır. Balkanlar’daki huzursuzluk dolayısıyla İstanbul’daki Fransız Elçiliği’ne bağlı karakol gemisi Vautour’un komutanlığına atanacak kişi önemli bir rol üstlenecekti. Belki diplomatik hesaplar, belki raslantı sonucu bu göreve Pierre Loti atandı. 9 Eylül 1903 günü Julien Viaud beşinci kez İstanbul’a geldiğinde elli üç yaşında, ünü dünyayı tutmuş bir yazardı.

Resmi işlerinin dışında dingin bir yaşam sürüyordu. Görünüşte genç bir Türk kadınından gelen bir mektup, bu dingin yaşamın sonu oldu. Yaşamının sonuna kadar kandığı bir aldatmaca söz konusudur burada. Müslümanlığı kabul etmiş bir Fransız’ın torunları olan iki kızkardeş, Zennur ve Nuriye ile, o sıralar İstanbul’da bulunan arkadaşları Marie-Amélie, diğer adıyla Fransız gazeteci Marc Hélys, sıradışı bir şeyler yaşamak için Loti’ye mektup yazıp kendisiyle tanışmak istediklerini söylerler. Tek amaçları eğlenmektir. İki yıl öncesinde Zennur, Loti’ye bir mektup yazmış ve Aziyadé’yi yayınladığı için teşekkür etmiştir; insanın sevdiği yazarı yakından tanımak istemesi, Loti’den bir randevu koparmak için iyi bir bahane olabilirdi. Bu kez Marc-Hélys yazar mektubu. Mektup Loti’nin keyfini kaçırmıştı ama her şeye karşın randevuya gitti. İlk buluşmanın ardından üç genç kadın ona bir roman yaşatmaya karar verdiler. Kendilerinin, çağdaş genç Müslüman kadın ruhunu temsil ettiğini sanıyorlardı, onun için yazacağı bir romanla bu kadının özgürlük davasına katkıda bulunmasını Loti’den rica etmeyi düşündüler. Buluşmalar birbirini izledi, ama üç genç kadın gerçek kimliklerini gizlemeyi sürdürdüler. Bunu fırsat bilen Marc Hélys, Aziyade çağrışımlarının yazarda uyandırdığı duygulardan yararlanarak hem mektuplarında, hem buluştukları zamanlar, üstü kapalı biçimde sevgisini dile getirmişti. Giderek tüm olup bitenler bir saklambaç oyununa dönüştü. Loti ise tüm kuşkularına karşın kendini aldatmayı yeğliyordu. Marc Hélys Paris’e dönünce bu güldürüyü noktalamak gerekti.

Marc Hélys, kendini Loti’ye tanıttığı adla Leyla, ailesinin kendisini istemediği biriyle evlenmeye zorlaması üzerine intihar etmeden önce, Loti’ye son bir mektup yazacak ve aşkını itiraf edecekti! Bu aldatmaca, Loti’nin ölümünden sonra, Marc Hélys Le secret des Désenchantées’yi yayınlayınca aydınlığa çıkmıştır. Pierre Loti’nin bu yaşadıklarını anlatan roman büyük başarı kazanmıştır. Loti, 1910 yılında emekliliğini ister. Altmış yaşındadır. 1910 ağustosunda altıncı kez İstanbul’a gelir, 15 Ağustos-22 Ekim 1910 tarihleri arasında dokuz hafta kalır. İstanbul’a, romanında adını Cenan koyduğu Leyla, dolayısıyla Marc Hélys hakkındaki gerçeği öğrenmek üzere gelmiştir. Birkaç gün Kontes Ostrorog’a konuk olur, ardından Çemberlitaş’ta tuttuğu bir eve yerleşir. Kısa süre sonra hastalanınca hastahaneye yatar, Fransız konsolosunun Ortaköy’deki yazlık konutunda uzun bir iyileşme dönemi geçirir. Öte yandan Cenan ve arkadaşları hakkındaki tüm araştırmaları sonuçsuz kalır. 23 Ekim 1910 günü, bir daha hiç gelmeyeceğini sanarak Türkiye’den ayrılır. İtalya 1911 eylülünde Trablus’a saldırınca yalnız Pierre Loti buna karşı çıktı. 3 Ocak 1912 tarihli Figaro’da çıkan yazısında Ben yalnız İtalyanlar’ı değil, hepimizi, kendine Hıristiyan diyen bütün Avrupa halklarını üzüntüyle protesto ediyorum diyor, yazısını şöyle sürdürüyordu: Kendine Hıristiyan diyen Avrupa’nın gözünde bütün ülkelerin Müslümanları avlanmasına izin verilen av hayvanlarıdır. […] Türkiye kendisine böyle davranılmasına razı gelmeyecektir. […] Türkiye korkulacak bir savaşçıdır, gururlu ve kahraman ordusuyla kanının son damlasına kadar kendini savunacaktır. Bu, Doğu’nun gizemine tutkun, Türkler’e duygusal yakınlık duyan Pierre Loti değil, tümüyle siyasal tavır sergileyen, güdümlü bir yazardır.

İtalya karşıtı bu yazıdan dolayı aboneliğini iptal edenlerin çokluğu Figaro’nun müdürü Gaston Calmette’i güç durumda bıraktı. 1912 Lozan Antlaşması’yla Trablusgarp ve Bingazi’nin İtalya’ya verilmesinin hemen ardından Birinci Balkan Savaşı patlak verdi. Loti sesini yükseltmekte gecikmedi, altmış yaşını geçmiş olmasına karşın giderek artan bir ateş ve coşkuyla Türkiye’yi savunmaya koyuldu. Emekli olduğu için, taşıdığı üniformanın yazdıklarını kısıtlaması söz konusu değildi artık. Önce, Figaro’da sonra Gil Blas’da sürdürdüğü yazılarla Avrupa’yı küçük Balkan devletlerinin suç ortağı ilan etti. Katil Türkler diye manşetler atan basına, Türkler’e kara çalmaya uğraşan satılmış yazar bozuntularına ateş püskürüyordu. Avrupa’da [Türkler’i] destekler görünenlerin tümü bugün onları aşırı bir rahatlıkla reddediyor, hakaret yağdıran basın, onları korumayı üstlenmiş siyasetçiler ve bir zamanlar dost olduklarını ilan eden Batılı Güçler, hepsi onları ortada bırakıyor diyordu. 22 Ocak 1913’de Turquie agonisante piyasaya çıktı. Bu kitap, mektuplardan ve makalelerden oluşan bir derlemedir. Loti’nin Türkler’den yana oluşu nasıl açıklanabilirdi? Bazı Fransız araştırmacıların öne sürdüğü gibi otuz beş yıl önce yaşanmış bir aşkın anısı siyasal bir tavır almaya yetebilir miydi? Loti Türkler’e duyduğu bağlılık ve saygının kişisel nedenlere çok daha az bağlı olduğunun altını çizer. Bu nedenleri dizgesel biçimde açıklamasa da onları yapıtlarına serpiştirilmiş olarak bulmak mümkündür. O, özellikle sadakat, dürüstlük, büyüklere saygı, konukseverlik, düşman olmayan herkese beslenen, hatta hayvanları da kapsayan sınırsız sevecenlik gibi, artık Avrupa’da sarsılmış değerlerin hâlâ Türkler’in yaşam biçemini belirlemesine hayranlık duymaktadır. Varoluşun kozmik sonsuzluk içinde bir raslantı olduğunu ve bu raslantının kaybolurken tozdan öte hiçbir şey bırakmadığını düşünen Loti için zaman geçiyor korkusu, yalnızlık korkusu, yaklaşan hiçliğin verdiği korku Türkiye’de duyulmaz. Türkler bütün Doğu’nun en temiz ruhlu, en hoşgörülü insanlarıdır. Osmanlı hükümeti şükran belirtisi olarak Turquie agonisante yazarını İstanbul’a resmen davet etti.

12 Ağustos – 17 Eylül 1913 tarihleri arasına raslayan bu yolculuk onun Türkiye’ye yedinci ve son gelişi olacaktı. İstanbul’da kaldığı süre içinde hükümet ve saray mensupları ile görüştü, padişah tarafından kabul edildi. 18-21 Ağustos günleri arasında Edirne’ye bir yolculuk yaptı. Trenin geçtiği her yerde nerdeyse bir kurtarıcı gibi coşkuyla karşılanıyordu. İstanbul’a dönüşünden Fransa’ya hareketine kadar, daha önce Ostroroglar’a konuk olan Loti, Yavuz Selim’de kendisi için özel olarak hazırlanıp döşenmiş bir evde ağırlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı patlak verince Loti silah altına alınmasını ister. Türkiye’nin savaşta yer alacağı kamptan kaygılanmaktadır. Bir Türk-Alman bağdaşmasını engellemenin görevi olduğuna inanıyordu. Bu amaçla Enver Paşa’ya gönderdiği mektup 6 Eylül 1914 tarihli Figaro’da yayınlanmıştır. Pierre Loti savaşın ardından Türkler’i savunmak için yine kalemine sarılır. Ne Türkler’e hakaret eden, eski önyargılarla gözleri körelmiş, Doğu’ya hiç ayak basmamış adamlara, ne de besleme basının Türkler’e kara çalan her yazısına İncil’den alınmış sözler gibi inanılmasına dayanamıyordu. Sansürün Ermeniler’e, Yunanlılar’a ucu dokunan her şeyi kesmesine, ama Türkler’e yönelik en ağır aşağılamaları hoşgörmesine isyan ediyordu. Her şeyden önce onlar Hıristiyan değiller, zavallı Türkler; işte bu, Avrupa’nın gözünde en büyük kusurdur […] her zaman onlar haksız çıkarılacak, bedel her zaman onlara ödetilecektir diyordu. Artık Batı’da Türkler’in yasadışı paryalar olduğu ve yalnızca düşmanlarının barış konferansına katılma hakkı olduğu kabul edilmiş gibi görünmektedir. Çünkü Türkler ne yaparlarsa yapsınlar Avrupa daima onları haksız bulacaktır.

İnsan haklarına ve antlaşmaların ruhuna aykırı olarak İzmir’e yerleşen yabancı işgalciler[in] kanlı bir savaşa yol açması olasıdır. Ne ki İzmir’i Yunanlılar’a vermek, Foçalılar zamanında Marsilya’da Yunanlılar’ın çok olduğu ve orada iyi işler çevirdikleri bahanesiyle burasını da onlara vermeyi önermekle aşağı yukarı aynıdır. Öte yandan Pierre Loti Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkler’i savunurken bunun Fransa’nın ulusal çıkarları açısından önemini sık sık dile getirmekten kaçınmamıştır. Çünkü Fransa Halife’nin imparatorluğuna milyarlar yatırmıştır. Rusya’nın çökmesinden sonra Türkiye’nin de yıkılması Fransa’ya çok pahalıya mal olacaktır. […] Orada piyasayı elinde tutan tartışmasız Fransız tacir ve bankerlerdir ve Türkiye ile sürtüşmek Fransa’nın yılda ortalama iki buçuk milyar kaybetmesine yol açacaktır. Pierre Loti sansürü aşmak için etkili dostlarına başvuruyor, Türkiye lehinde girişimlerde bulunmaları için onları bir çeşit baskı altında tutuyordu. Türkler lehine yürüttüğü bu kampanya giderek kendisinin Türkler’e yaklaşımında da değişikliğe yol açacak, Mustafa Kemal’in çevresindekileri yurtlarını savunan kahramanlar olarak selamlayacak ve kaderci bir bekleyiş içinde olan değil, hakları için savaşan Türk’e destek verecektir. Büyük Millet Meclisi Hükümeti Loti’nin bu tutumuna incelikli bir yoldan karşılık verir. Fransadaki temsilcimiz Ferit Bey’in eşi Müfide Hanım Loti’ye Mustafa Kemal Paşa’nın bir mektubuyla Meclis’in armağanı olarak bir halı vermekle görevlendirilir. Pierre Loti 10 Haziran 1923 te öldü. Ardında kırk kadar yapıt bıraktı. İngilizce’ye, Almanca’ya, İtalyanca’ya, Japonca’ya… çevrilen bu yapıtlardan yedisi Harf Devrimi’nden önce eski yazıyla Türkçe’ye de çevrildi. Latin harfleriyle dilimize kazandırılan yapıtlarının sayısı da yediyi aşmıyor. Bunların arasında ne doğrudan Türkiye’yi savunduğu, ne de konusu Türkiye’de geçen yapıtlarının tümü var.

Doğudaki Hayalet ise ilk kez Türkçe’ye aktarılıyor. Pierre Loti üzerine yazılmış üç yüzü aşkın kitaptansa yalnızca bir tanesi Türkçe’ye çevrildi. Türk yazarlara gelince, Pierre Loti hakkında bugüne kadar yalnızca bir Türk yazar Türkçe bir kitap yazdı: Abdülhak Şinasi Hisar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir