Salman Rushdie – Floransa Büyücüsü

Günün son ışıklarıyla parılda biri değildi. “Sırrın senin olsun,” dedi. “Sırlar çocuklara, bir de casuslara göredir.” Yabancı, bütün yolculukların sonu ve başlangıcı olan kervansarayın önünde arabadan indi. Boyu şaşılacak kadar uzundu, omzuna bir heybe asmıştı. “Ayrıca büyücülere göredir,” dedi kağnı sürücüsüne. “Bir de âşıklara. Ve de krallara.” Kervansaray ana baba günüydü. Atlar, develer, öküzler, eşekler, keçilere bakım yapılıyor, evcilleştirilemeyen diğer hayvanlar ortalıkta cirit atıyordu; çığlık çığlığa koşuşturan maymunlar, kimseye ait olmayan köpekler. Tiz sesleriyle feryat eden papağanlar yemyeşil havai fişekler gibi hızla gökyüzünde kanat çırpıyordu. Nalbantlar işlerinin başındaydı, marangozlar da öyle, devasa avlunun dört köşesindeki erzak ambarlarında insanlar yolculuk hesabı yapıyor, kumanya, kandil, yağ, sabun ve halatlar istifleniyordu. Kırmızı mintanlı, peştamallı ve sarıklı hamallar, başlarının üstünde inanılmaz büyüklükte ve ağırlıktaki denklerle bir o yana bir bu yana seğirtiyordu. Her tarafta mallar yükleniyor, yükler boşaltılıyordu. Burada yok pahasına gece yatacak yer bulmak mümkündü; kervansarayın devasa avlusunu çevreleyen tek katlı binaların çatılarında tabur tabur dizilmiş bekleyen, insanın yattığı yerden gökyüzünü seyredebileceği, cennetteki tanrılardan biri olduğunu düşleyebileceği, iğne gibi sivri at kılından döşekleriyle ahşap çerçeveli ip yataklardı bunlar.


Ötede, batıya doğru, yakınlarda savaştan dönen saltanat alaylarının uğultulu ordugâhı uzanıyordu. Ordunun saray mıntıkasına girme izni yoktu, askerler burada, kraliyet tepesinin eteklerinde konaklamak zorundaydılar. Savaştan yeni dönmüş aylak bir orduya karşı ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Yabancı, eski Roma’yı düşündü. Romalı bir imparator, Praetoria muhafızları dışında kimseye güvenmezdi. Kendi güvenilirliği sorgulandığında ikna edici cevaplar vermek zorunda olduğunu biliyordu. Yoksa hemen canından olurdu. Kervansaray yakınlarına dikilmiş, fildişleriyle süslenmiş bir kule saray kapısını işaret ediyordu. Ülkedeki fillerin hepsi, inşa ettirdiği kuleyi fıldişleriyle süslemek suretiyle kudretini sergileyen hükümdara aitti. “Dikkat,” diyordu kule. “Filler Şahı’nın topraklarına girmektesin; kendisi kalın derili hayvanlardan yana öyle zengin bir hükümdardır ki, sadece beni süslemek için bin tanesinin dişini heba edebilir.” Yolcu, kuledeki kudret gösterisinde kendi alnını bir alev ya da Şeytan’ın işareti gibi dağlayan aynı gösterişçiliği okudu; fakat kuleyi inşa ettiren adam, yolcu söz konusu olduğunda genellikle zaaf olarak nitelendirilen bu vasfı güce dönüştürmüştü. “Dışadönük bir kişiliğe sahip olmayı haklı kılan tek gerekçe kudretli olmak mıdır,” diye düşünen yolcu kendi sorusuna cevap veremedi, fakat aynı hususta güzelliğin de mazeret kabul edileceğini umuyordu, çünkü letafeti şüphe götürmezdi ve görünüşünün kendine özgü bir gücü olduğunu biliyordu. Fildişi kulenin ötesinde devasa bir kuyu, kuyunun üstünde de tepedeki çok kubbeli saraya su taşıyan, akıl almaz ölçüde karmaşık bir tesisat şebekesi vardı. Susuz birer hiçiz, diye düşündü yolcu.

Bir imparator bile sudan mahrum kalınca toza dönüşür. Gerçek hükümran sudur, bizler de onun köleleri. Bir zamanlar, memleketi Floransa’da suyu yok edebilen bir adamla tanışmıştı. Elindeki çömleği ağzına kadar suyla dolduran gözbağcı sihirli sözcükleri mırıldanmış, baş aşağı çevirdiği çömleğin ağzından su yerine kumaş parçaları, rengârenk bir ipek eşarp seli fışkırmıştı. Bir el çabukluğu marifet hilesi yapmıştı elbette, yolcu tatlılıkla ikna ettiği adamın sırrını gün bitmeden öğrenmiş, diğer gizemlerinin arasına katmıştı. Pek çok sırrı olan bir adamdı zaten, ancak içlerinden sadece biri krallara layıktı. Şehir surlarına giden yol, tepenin yamacı boyunca uzanan dimdik bir yokuştu; yokuşla birlikte yamacı tırmanan yolcu, sonunda geldiği yerin boyutlarını gördü. Dünya üzerindeki muazzam şehirlerden birindeydi besbelli; burası, Floransa, Venedik veya Roma’dan daha büyük, şimdiye dek gördüğü şehirlerin hepsinden daha büyük göründü gözüne. Bir keresinde Londra’ya da gitmişti, bunun yanında o da entipüften bir metropoldü. Işık azalırken sanki şehir de giderek büyüyordu. Sıkışık mahalleler dışarıdan surlara sokuluyor, müezzinler minarelerinden ibadete çağırıyor, büyük konakların uzak ışıkları seçiliyordu. Alacakaranlıkta teker teker yakılan ateşler ikaz işaretleri gibi parlamaya başladı. Gökyüzünün kara kubbesinde ateşlere karşılık veren yıldız ışıkları belirdi. Arz ve arş savaşa hazırlanan ordular sanki, diye düşündü. Ordugâhları geceleri sessizce soluklanıyor ve ertesi günün meydan muharebesini bekliyor sanki.

Bu karmakarışık sokaklarda ve sokakların ötesindeki düzlüklere kondurulmuş kudretlilere ait konakların hiçbirinde onun adını bilen tek bir kişi, anlatmak zorunda olduğu hikâyeye seve seve inanacak tek bir kişi bile yoktu. Yine de anlatmak zorundaydı. Anlatmak için dünyanın diğer ucundan geldiği hikâyeyi anlatacaktı. Uzun adımlarla yürüyor, boyu posu kadar sarı saçları da meraklı bakışları üzerine çekiyordu; uzun ve kabul edilmelidir ki oldukça kirli sarı saçları, gölün altın suları gibi yüzünün çevresinden akıyordu. Fildişi kulenin yanından uzanıp geçen patika, birbirine bakan bir çift fili gösteren alçak bir kabartmayla süslenmiş taştan bir geçide doğru yükseliyordu. Şu anda açık olan kapının arkasından, eğlenen, yiyen, içen, kafayı çeken insanların sesleri geliyordu. Hâtipul [1] kapısında nöbet tutan muhafızlar vardı fakat rahat duruşta bekliyorlardı. Asıl engeller daha ilerideydi. Burası herkesin girip çıktığı, insanların buluştuğu, alışveriş yaptığı, keyif çatmaya geldiği bir yerdi. Açlığın ve çeşitli susuzlukların pençesindeki bazı adamlar aceleyle yolcunun yanından geçip geçide doğru gidiyordu. Dıştaki geçitle iç kapı arasında uzanan yassı kaldırım taşlarıyla döşenmiş yolun iki yanında hanlar, meyhaneler, yiyecek tezgâhları ve her türlü seyyar satıcı vardı. Hiç bitmeyen alım-satım faaliyeti burada da sürüyordu. Giyecekler, çanak çömlek, incik boncuk, silahlar, rom. Asıl pazaryerine şehrin daha küçük güney kapısından giriliyordu. Şehir sakinleri alışverişlerini orada yapar, şehre yeni gelen ve malların gerçek fiyatını bilmeyen acemilere göre olan bu yerden uzak dururlardı.

Burası dolandırıcıların ve hırsızların gürültülü, fahiş fiyatlı, rezil pazarıydı. Fakat şehir planını bilmeyen, bilseler de surların dışından dolaşıp şehrin diğer ucuna, daha büyük ve güvenilir pazara kadar gitmeye gönülsüz yorgun yolcuların fil kapısının dibindeki tüccarlardan alışveriş etmekten başka seçeneği yoktu. Zaten basit ve acil ihtiyaçlarını giderme derdindeydiler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir