Saray Gezisi – Kahire Üçlemesi 1 – Necip Mahfuz

Hakkında konuşanlar; Arap edebiyatının en önemli figürü, uzun yıllar yaşayan en büyük romancımızdı. Arap romanının gelişmesini neredeyse tek başına sırtladı ve kendisinden sonra gelen genç yazarlar için yeni yollar açtı. Ahdaf Souief (Arap yazar) En büyük eseri, magnum opus’u Kahire Üçlemesi olan Necip Mahfuz, İnglizlerin Dickens’ı veya Fransızların Balzac ve Zola’sı ile karşılaştırılmıştır. Rusların Tolstoy’u, Dosteyevski’si ve Solje-nitsin’i ile de kıyaslanmıştır. Oysa bütün bu büyük yazarlar gibi, aslında Mahfuz her şeyden önce kendisiydi. Joy Nordlinger (Amerikalı yazar) Kahire Üçlemesi Arap romanında bir dönüm noktasıdır; bir yandan Arapça roman yazımında bütünüyle yeni bir olgunlaşma düzeyini ifade eder, öte yandan Mısır’ın bağımsızlığı öncesinde orta sınıf Kahire’nin mücadelesini canlı aynnülarla sergiler. Roger Alletı (Amerikalı eleştirmen) Mahfuz’un romanlan, binlerce gazete makalesinin veya televizyon belgeselinin yapamayacağı tarzda, bir halkın piskolojisinin içine girme ayrıcalığını okurlarına sağlar. John Foıvles (İngiliz yazar) 1950’lerin ortalarında yayımlanan ve bir edebiyat şahaseri olan Kahire Üçlemesi – Saray Gezisi, Şevk Sarayı, Şeker Sokağı- Independent Mahfuz bize dünyanın farklı bir kavranışını sunuyor ve onu ger-sahici kılıyor. Dehasının ortaya çıktığı yer sadece koloni dönemindeki Mısır toplumunu tüm karmaşıklığıyla ve bütün yönleriyle göstermesi değil; yarattığı karakterler öyle canlı, öyle sahici ki, onları tanıdıkça ne bu insanlar ne de görüşleri bize artık yabancı geliyor. Philadelphia Inquirer Büyük yazarlar genellikle kendi şehirlerinde dolaşırlar. Joyce ve Kafka Dublin ve Prag caddelerinde hayali figürler olmaya devam ediyor. Buenos Aires’in sigara dumanlı ve tango teri kokan kafe-lerinde Borges’ın muzip varlığı hâlâ hissedilebilir. Eski Kahire’de dolaşan ise Necip Mahfuz’dan başkası değildir. The Economist Emile Zola gibi Mahfuz da ülkesinin sıradan insanlarını yazdı; işçiler, köylüler, ev kadınlan, esnaf, fahişeler… Fyodor Dostoyevs-ki gibi eserlerinin birçoğu tek bir kente aittir; yani Kahire’ye… Kendisinden önce gelen usta yazarlar Taha Hüseyin ve Tevfik el Hakim gibi “ulusun yazan” rolünü devraldı ve büyük başanyla sürdürdü. The Nation Necip Mahfuz sadece bir Hugo veya Dickens değil ama aynca bir Galsworthy, bir Marnı, bir Zola ve bir Jules Romain.


London Revieıv of Books Necip Mahfuzun romanlarını istila eden bir metafor duygusu hissedilir; ülkesinin içinde bulunduğu durum hakkında açıkça ve doğrudan konuşmak için hayal gücünü kullanan büyük bir sanatçıyı, olağanüstü bir yazan bulursunuz karşınızda. Washington Post Kahire Üçlemesi genç Arap yazarlan tarafından yollarının üzerinde dikilen bir Çin Şeddi gibi görünüyor… Bir Kahire ailesinin üç kuşağı yaklaşık 1500 sayfada canlanıyor. The New York Revieıv of Books Mahfuz’un yazdığı gösterişli klasik Arapça aşağı yukan Shakes-pear İngilizcesine eşittir. The New York Times Magazine Gece yansı uyandı kadın. Niyetlenir, çalar saate bağlı kalmaksızın, hep aynı saatte uyanırdı. Bir an için uyandığından emin olamadı. Henüz tam sıyrılamadığı rüyasında gördükleri zihnini bulandırmıştı. Gözleri hâlâ kapalıydı; uykunun onu kandırmış olabileceği endişesiyle bir iç sıkmü-sı duydu. Başmı hafifçe sallayıp, bakışlarını odanın zifiri karanlığına dikti. Zamanı kestirmesini sağlayacak en ufak bir ipucu yoktu ortada. Sokaktan gelen sesler, şafak sökene dek sürerdi. Kahve ve meyhanelerden yükselen bu sesleri akşam vakti, gece yansı veya sabah, günün her saatinde duyardı. İçgüdüsü dışında, kocasımn kapıyı henüz çalmadığını ve bastonunun ahşap basamaklarda henüz yankılanmadığını kanıtlayacak hiçbir şey yoktu… Saatin tıkırtısı ve evi kuşatan derin sessizlikten başka. Onu bu saatte uyandıran, niyeti kadar alışkanlığıydı; gençken edindiği, olgunlaştıkça peşini bırakmayan, kocasından, evlilik hayatının diğer kurallannın yanı sıra öğrendiği eski bir alışkanlık. Gece yansı uyanır, kocasının âlemden dönüşünü beklemeye başlar ve adam uykuya da-lıncaya kadar ona hizmet ederdi.

Uykunun baştan çıkancı gücüne direnerek yatakta kararlılıkla doğruldu. Yorganı besmeleyle üzerinden çekip kalktı. Karyola direğiyle pencere pervazını el yordamıyla bulup kapıya yöneldi. Kapıyı açtı. Otuıma odasındaki dirsekli raim üzerinde duran gaz lambasının solgun ışığı içeri süzüldü. Lambanın fanusu, karanlığın hapsettiği titrek, solgun bir ışık dairesi oluşturuyordu tavanda. Lambayı alıp sedirin yanındaki masanın üstüne koydu. Odayı dolduran ışık, geniş karolu taş zemini, yüksek duvarları ve kirişli tavanı aydınlattı. Alıştığı eşya ve nesneler bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı: bir Şiraz halısı, geniş bir pirinç yatak, masif bir gardırop, üzeri farklı motif ve renklerle bezeli, yama işi küçük bir yaygıyla örtülmüş uzun bir sedir. Kadın, aynaya yöneldi. Kahverengi başörtüsü geriye kaymış, buruşmuş kumral saçları alnına dökülmüştü. Düğümü tutup açtı; örtüyü başının üzerinde sıvazlayıp düzelterek usulca iki ucunu özenle tekrar bağladı. Uykunun son izlerini silmek istercesine yanaklarını ovuşturdu. Kırklı yaşlarında, orta boylu, incecik görünmekle birlikte bedeni yumuşak teninin sınırlarını zorlarcasma dolgun, muntazam ve çekiciydi. Uzunca bir yüzü, geniş alm, ince ve zarif yüz hatları vardı.

Küçük, güzel gözlerinin bakışı hülyalıydı. Minik, ince burnunun ucu burun deliklerine doğru hafifçe genişliyor; elle yontulmuş gibi sivrilen çenesi, yumuşak dudaklarının alünda uzanıyordu. Duru, beyaz teni, yanağındaki simsiyah beni iyice belirgin kılıyordu. Yaşmağına sarınıp cumba kapısına ilerlerken, sanki acelesi vardı. Kapıyı açıp, kafes işi ahşap perdeyle çevrili cumbaya çıktı. Bir süre öylece durdu. Sonra başım bir sağa, bir sola çevirerek, onu yabancı gözlerden koruyan kafesin küçük deliklerinden uzunca yola bakmaya başladı. Cumba, Saray Gezisi’nin tam orta yerinde, altta bir sarnıç ile üst katta bir okul barındıran eski bir binaya bakıyordu. Güneye giden Bakırcılar Caddesi’ndeki saray ile kuzeye giden Saray Caddesi arasında, yani iki saray arasındaki yol tam burada kesişiyordu. Soldaki yol, dar ve dolambaçlıydı. Kasvetli hali, apartmanların uykulu üst katlarında daha bir yoğunluk kazanıyor; yol seviyesinde, gündoğumuna dek kapanmayan kahvehane ve büyük işyerlerinin koca aydınlık kapılarından sızan ışıkla daha göz alıcı oluyordu. Yol, sağa doğru kapkaranlıktı ve daha az ilgi çekiyordu. Bu yönde sadece erken kapanan büyük dükkânlar vardı. Kalla-vun ve Barkuk camilerinin, uzaktan bakıldığında ay ve yıldız ışıltıları altında gece keyfine çıkmış dev hayaletler gibi yükselen minarelerinin dışmda dikkate değer hiçbir şey yoktu. Bu manzarayı, çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir daha da beğenir, daha da sever olmuştu; seyretmekten hiç sıkılmaz, bıkmazdı.

Sıkılmak, onunki gibi tekdüze bir yaşamda, belki de önemsiz, anlamsız bir kavramdı. Yalnızlığında ona bu manzara eşlik etmiş; çocukları dünyaya gelmeden önce, günün ve gecenin büyük kısmını tek başına geçirdiği iki katlı, yüksek duvarlı geniş odalan olan bu büyük ev ve derin bir kuyuyu da barındıran tozlu avlusunda, arkadaştan, eşten, dosttan yoksun geçen uzun yıllar boyunca ona bu kuyu eşlik etmişti. On dördünü doldurmadan evlenmiş; kayınpederiyle kayınvalidesinin ölümünü takiben, kendini bu büyük evin hanımı bulmuştu. Yaşlıca bir yardımcısı vardı ama o da günbatımında avludaki fırın odasmda uykuya çekilir; kadını, cinler, periler, hayaletlerle kaynayan karanlık bir dünyada, gece dünyasında yapayalnız bırakırdı. Muhterem kocası uzun gece gezmelerinden dönünceye kadar bir saat uyuklayacak olsa, bir sonraki saat uyanık yatardı. Huzur bulmak için evde bir odadan diğerine dolaşmayı alışkanlık haline getirmişti. Hizmetçisi, elinde lambayla kendisine eşlik ederken, korku dolu, arayan, araştıran gözlerle odalan bir bir dolaşırdı. Alt kattan başlar, üst katla devam eder, bu arada kötü ruhlan defetmek için bildiği tüm sureleri tekrar tekrar okurdu. Bu tur, kendi odasında son bulur; kapıyı içeriden kilitleyip yatağa girer ama uykuya dalana kadar dua etmeyi sürdürürdü. Bu evde yattığı ilk günden itibaren gecelerden korkar olmuştu. Cinler âlemi hakkında erkeklerden çok daha fazla şey biliyordu bu koca evde yalnız olmadığından da emindi. Eski evin geniş ve boş odalarından kovulamayacak, en azından uzun süreli kovulamayacak kadar kötü ruhlar vardı. Bu kötü ruhlar, belki de kendisi buraya getirilmeden, hatta doğmadan önce yer edinmişlerdi bu evde. Sık sık fısıltılarını duyardı. Pek çok kez, ılık nefeslerini üzerinde hissederek uyanmıştı.

Evde yalnız bırakıldığında, korunmak için Fatiha ve İhlâs surelerini tekrar tekrar okur veya tedirginlik içinde pencereye koşup, ahşap kafesin ardından arabaların ve kahvehanelerin ışıklarını seyrederken, ona biraz huzur verecek bir kahkaha ya da öksürük sesi duyabilmek için kulak kesilirdi. Çocukları birbiri ardına dünyaya geldiler. Ne var ki, önceleri, bu taze filizlerin varlığı korkularını dağıtmaktan, endişelerini gidermekten ya da ona güven vermekten uzakü. Tersine, çocuklarına zarar gelebileceği endişesiyle, korkulan katlanarak artmıştı. Bebelerine sıkı sıkı sarılır, sevgisini esirgemez; uykuda veya uyanık, onları surelerle, nazarlıklarla, muskalarla ve büyülerle koruyucu bir kalkan altında tutardı. Kocası gece eğlencesinden dönmeden huzura ermesi mümkün olmazdı. Kucağında çocuklarından birini tutarken ya da uyutmak üzere sallarken aniden göğsüne bastırması olağandı. Bir anda teyakkuza geçip dehşet içinde kulak kesilir; sonra, sanki odada biri varmış gibi, “Bırak bizi!” diye yüksek sesle konuşmaya başlardı; “Buraya ait değilsin. Bizler Müslümanız ve yüce Allahın birliğine iman ederiz” diye başlayarak, coşkuyla İhlâs Suresi’ni okurdu. Zaman içinde, ruhlarla birlikte yaşamaya alıştıkça, korkulan epeyce azaldı. Onlarla şakalaşacak, hatta dalga geçebilecek kadar rahatlayıp sakinleşti. Etrafta sinsi sinsi dolaştıklan-nı hissedecek olsa, neredeyse samimi bir sesle, “Allahın merhametine sığınanlara, O’na iman edenlere hiç saygınız yok mu sizin? O, bizi korur. Bir iyilik yapın da, defolup gidin” derdi. Yine de, kocası eve dönünceye kadar tam manasıyla huzur bulamazdı. İşin aslı, kocasının uykuda veya uyanık evdeki mevcudiyeti kadının kendini güvende hissetmesine yeterdi.

Kapılann açık mı, kapalı mı, kilitli mi, kilitsiz mi olduğu; gaz lambasının yanıp yanmadığı hiç fark etmezdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Neden tümü okunamıyor