Vedat Türkali – Komünist

İlk-ortaokul boyunca, okulda belletilenler doğrultusunda ateşli bir Kemalisttim. Babam namazında, orucunda, yobaz denecek ölçüde Müslüman, Kemalist reformlara tiksinerek karşı çıkan, şeriat yanlısı biriydi. Tüm ailem, çevrem de öyle. Üç ablam da okuldan alınmış, okutulmamıştı. Nedeni yoksulluk kadar, okulda başlarını açıp çizgiden çıkacakları korkusuydu. Herkes Kuran okuyordu evde. Özellikle cumhuriyet bayramlarında, ya da bir başka şenlik günü kente gezmeye gitmeleri için babamdan izin istendi mi alınacak yanıt belliydi; “Ne işleri var orda? Oturup Kuranlarını okusunlar evde!” Bir ablam hafızdı; ben de Kuran’ı beş kez hatmetmişimdir. İlkokula başlamadan önce, beş yaşımda var yoktum, ablamı da hafızlığa çalıştıran Vasfiye Hocaanım’ın mahalle mektebi’ne yolladılar. Çatık kaşlı, iri yapılı Hocaanım’a o minik yaşımda duyduğum korkuyu, bahçeye bakan, tahta kafes pencereli odada önümdeki elif cüzü’yle çocuk yüreğime dolan sıkıntıyı karabasan gibi anımsamışımdır hep. Amme’yi, Tebareke’yi, sonra da Kuran’ı okul sıralarındayken babam belletti. Bana çok düşkün olan babamdan bir gün az kaldı dayak yiyordum! Okulda aldığım eğitimle övünerek “Türküm!” dememe çok kızmıştı! Ne demekti “Türküm”; “elhamdülillah Müslümanım!” diyecektim! Kemalist okulda öğrendiklerimle evimde, çevremde görüp yaşadıklarımın çelişkisi içinde sallandım bir süre. Liseye geçtiğim yıl dünyaya daha uyanık bakmaya başlamış olmalıyım. Nâzım’ın şiirlerini okuyordum. Okul kitaplarında yer veriliyordu Nâzım’ın şiirlerine. Lisede, ailesini savaşta yitirmiş, kimi kimsesi olmayan, birilerince korunup bakılan, Mehmet diye bir çocuk vardı.


“Komünist Memet” derlerdi. Onunla arkadaşlığa başladık. Gazi Kitaplığı diye bir yer vardı Samsun’da. Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a geldiğinde kaldığı otelmiş. Gazinin Evi’ydi adı. Anahtarı verilip kentçe armağan edilmiş ona, denirdi. Şimdi müze sanırım. Onun altındaki salon kitaplıktı. Çeşitli kitapları, şiirleri, romanları, bir çokları gibi ben de orada bulup okuyordum. Reşat Nuriler, Hüseyin Rahmiler, Aka Gündüzler, Peyami Sefalar, Yakup Kadriler, Halide Edipler, Burhan Cahitler (O yıllar çok popüler bir romancı), Ahmet Haşimler, Necip Fazıllar, Faruk Nafizler; kimi edebiyat dergileri, Varlık, Kültür Haftası, Çığır, Yeni Adam… Bir de öğle yemeği aralarında okuduğumuz lise kitaplığında bulunurdu bunlar. Gazi Kitaplığı, okumaya düşkün kişilerin buluşma, tanışma yeriydi de. Mehmet’le arkadaşlığımız orda oluştu sanırım. Yaşamımda önemli yeri olan bir başka kişiyle Sefer Aytekin’le karşılaşıp arkadaş olmamız da gene o kitaplıkta başlayacaktı, epeyi bir süre sonra. Mehmet’le konuşa konuşa, kentin o günler en uzak, kıyı semtlerinden birindeki, Kökçüoğlu Mahallesi’ndeki bizim eve geldik bir akşam üstü. Hiç unutmadığım bir gün oldu benim için.

İçinde yaşadığımız bizim toplumda da insanların “proletarya” , “burjuvazi” ayrımıyla başka başka sınıflar içinde yaşadıklarını; burjuva varsılların, yanlarında karın tokluğuna çalıştırdıkları proleter yoksulların emeği ile yaratılanlara el koyduklarını, onları sömürüp süründürerek varlık içinde yaşadıklarını, bundan kurtulmanın tek yolunun da komünizm olduğunu o akşam ilk kez onun ağzından duydum! Daha önce bir biçimde duyup işittiğim şeyler bizim ülkemizde de vardı demek! Epeyi bunalımlı günler başlamıştı benim için; bu “Komünist Memet” beni de mi komünist yapıyordu? Ben liseyi bitirip İstanbul Üniversitesi’nde okumak için ayrıldığım 1937 Ekim ayında Samsun, otuz sekiz bin kişinin yaşadığı, Karadeniz’in fırtınalı günlerinde gemilerin yanaşamadan geçtikleri, limansız bir kıyı kentiydi. Bizim mahalle, Kökçüoğlu, Seyyid-i Kutbettin Tekkesi’nin bulunduğu eski mezarlığın üst başında, köyle kent arası bir yerdi. Oradan sonra, Toraman Tepesi’ne kadar, tütün, buğday, mısır tarlaları başlıyordu. Küçük topraklarda tütün, tahıl üreten, yarım yoksul, az sayıda çiftçi aile dışında, mahallelinin geniş kesimi, ya toprakta, ya da kentteki tütün mağazalarında, çeşitli iş yerlerinde çalışan emekçilerdi. Göçmen gelmiş kimi Boşnaklarla doğudan gelen Kürtler, Türkler de iskelelerde, pazar yerlerinde hamallık, küfecilik yapıyorlardı. Babam, kimlik cüzdanındaki adıyla Pirhasan Oğulları’ndan Yusuf oğlu Osman, Ahlat’tan gelmiş, Eskici Mirza’nın kızı Melek’le evlenerek mahalleye yerleşmiş bir Türktü. Babasını ‘93 Savaşı’nda yitirmiş; amcasının yanında büyümüştü. Yetişkinliğinde çalışmak için önce Batum’a gidip dönmüş, sonra Samsun’a gelip kalmıştı orda. Yürüyerek yapmıştı bütün bu yolculukları. “O kadar yolu nasıl yürüdünüz?” soruma, “Biz kısa yolları biliyorduk!” yanıtını gülerek anımsarım. Annemin babası Kerkük’ten gelmiş bir Türk’müş; annemin annesi Keziban da Kavak’taki Akali Oğulları’ndanmış, derlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nda, üç kız, bir oğlan çocuğuyla annemi bırakıp Kafkas Cephesi’ne gitmiş, dört yıl sonra dönmüştü babam. Bu “Seferberlik”te ailenin neler çektiği en sık konuşulan konulardı çevremde. Ev yarı aç geçirmişti bu yılları. Ağabeyim Yusuf ölmüştü.

Annesinden kalan elmas küpelerini, yüzüğünü, iki batman (on beş kilo kadar) mısır ununa verdiği anlatılırdı annemin. Ben, babam askerden döndükten sonra olmuşum. Anımsadığım çocukluk günlerimde Buğday Meydanı, Un İskelesi çevresindeki un mağazalarından birinde, ağırlığı sonraları otomobil acenteliğine kaydırmış olan Seyit Bilaller’in yanında çalışıyordu babam. Mağazanın temizliğine, arkadaki ardiyede sürdürülen un işlerine bakıyor, mal geliş gidişlerinde araba tutuyor, hamalları topluyordu. Hamalbaşı bir tür. Çalıştığı mağazadan haftada beş lira, toplu iş verdiği hamallardan da bir pay alıyordu. Alt kattaki iki odanın, aylık yedi lira kadar tutan kirası vardı bir de. Temel geliri buydu evimizin. Ortanca ablam, evin asıl emekçi kızı, mevsiminde tarlalarda gündelikle tütün dikimine, sonra da, tütün kırmaya gider, büyük sepetlerle eve gelen tütünleri evcek dizerdik. Çok tütün dizdim ben de. Gelire katkıydı bu da. Bir de, hafız olan küçük ablam, ramazanlarda mukabele okumaya çağrılır, oradan da bir şeyler girerdi eve sanıyorum. Mahallemde liseyi bitirip İstanbul’a yüksek öğrenime giden, o dönemde ilk, belki de uzun yıllar tek çocuk ben oldum. Liseyi nasıl bitirebildiğime de hep şaşarım. Beş numara gaz lambası altında oturulan, yemek yenen, yatıp uyunan, gereğinde soba üstünde su kaynatılarak koca leğen konup yıkanılan sobalı tek odada, babam, ben ortaokul ikiye geçtiğimde annem öldükten sonra üç ablam, hiçbir gece evimizden eksik olmayan kapı komşularımızla birlikte olduğum tüm geceler boyu derse çalışabildiğimi hiç anımsamıyorum.

Hiçbir sınıfta tastamam kitaplarım da olmadı. Çoğu kez bir defter, bir kalemle gidiyordum okula. Coşkucu bir abartma sanılmasın; çamurlu mezarlıklar arasından, “boklu dere”den geçip Acem MahallesiUnkapanı’ndan, kentin öte ucunda, Çiftlik’teki Lise’ye gitmek, hele o yıllar kışları hiç eksik olmayan karlı havalarda işkenceydi. Pabuçlarımın altı delik olurdu çoğunda; karton, mukavva kordum tabanlarına. Ayakkabıma dolan karlı, çamurlu sular içinde buz keserdi ayaklarım. Kışın gelişini beklerken içim titrerdi. Öğle yemeklerinde eve gelip okula yetişebilmem olası değildi; her gün “on kuruş” verirdi babam. Diyebilirim ki, bütün lise boyu öğle yemeklerim, yüz paralık ekmek, yüz paralık peynir, beş kuruşluk tahin helvası idi. Biz gene de mahallenin iyi durumda olanları arasında sayılıyorduk!! Bu koşullarda okulu sürdürüp İstanbul’a, yüksek öğrenime gidebilmişsem, üç ablamın, ola ki bilinçaltı sınıf atlama özlemlerine dayalı, benim yetişip “adam olma”ma tutkuyla bağlılıklarına, bu yolda özverilerle dolu çırpınmalarına borçluyum bunu. Bu bağlılıklarını yaşamları boyu, sonraki güç günlerimde de, hiç şaşmadan sürdürdüler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir